ÖMER AYAZ Resmi Web Sitesi
Peygamberlikten önce dünya
Efendimize Peygamberlik Verilmeden Önce Dünyanın ve İnsanlığın Durumu
Dünyanın ve İnsanlığın Durumu
Kâinatın Efendisine, risâlet vazifesi verilmeden önce, insanlığın ve dünyanın ma’nevi çehresini tanımak ve bilmekte fayda vardır. Ancak o zaman Resûlullahın insanlığı nasıl dinî, ruhî, fikrî, içtimaî ve siyasî bir karanlık ve sapıklık içinden kısa zamanda çekip çıkardığını anlayabiliriz!
Milâdi altıncı asır sonları...
Bu zaman, insanlık âleminin üzerine küfür, dalâlet ve ahlâksızlık kâbusunun olanca kesafetiyle çöktüğü ve onu boğmaya var gücüyle çalıştığı bir asırdır... O gün için dünya üzerinde göze çarpan mühim devletler şunlardır: Bizans, İran, Mısır, Hindistan, İskenderiye, Mezopotamya, Çin, v.s.
Bütün bu devletlerde:
A) Doğru bir inanç sistemi mevcut değildi.
İnançsızlığın veya yahlış inancın ruh ve vicdan ıztırabı içinde kıvranan zamanın insanları âdeta çılgına dönmüşler, ne yaptıklarını bilmeyen azgınlar durumuna gelmişlerdi.
Kâinatta cereyan eden hâdiselere ve yüce Kudretin eseri olan eşyaya tapılmakta idi. Yıldızlara, ateşe, kupkuru, ruhsuz taş ve tahtalara zavallı insanlık “İlâh!” diye secde ediyordu.
Ruh ve vicdanlar tek Allah’a îmândan mahrum karanlıklara gömülü bulunduklarından, “Herşey İlâhî kudretin eseridir” denilmiyor ve dolayısıyla devrin insanları tarafından, kâinat; mânâsız, abes ve gayesiz mütalaa ediliyordu! Îmân, irfan ve basiretten mahrum bu zavallılar, bir harfin, bir kelimenin, bir kitabın müellifsiz vücud bulmayacağını biliyorlardı da, içinde binbir türlü esrâr ve hikmeti muhafaza eden kâinat kitabını sahipsiz ve mânâsız kabul edecek kadar düşünceden mahrum bir perişanlık içinde kıvranıp duruyorlardı...
Bu içler acısı vaziyetiyle bütün dünyanın, Tevhid inancını, Allah’ın varlık ve birliğine inanmayı insanlığa takdim edecek, gönülleri şirk, küfür ve dalâlet kirinden temizleyecek bir peygambere ihtiyacı vardı ve onu bekliyordu!
B) Bu ülkelerin hepsinde insanlar sınıflara ayrılmışlardı.
İlâhî ölçüden mahrum insanlık, zengin fakir, kuvvetli zaif, avam havas, efendi köle diye birçok sınıflara ayrılmış durumda bulunuyordu. Zengin ile fakir, halk ile devlet ricali arasında korkunç bir kopukluk ve uçurum vardı!
Sınıflar arası hava oldukça gergindi. Üst tabakadakilerin zulüm ve tahakkümü sebebiyle alt sınıflar her an patlamaya hazır bir barut fıçısını andırıyordu. Misâl olsun diye o günkü İran’ın durumuna bir göz atalım:
“Birçok ibtidaî kavimlerde olduğu gibi İranlılar da birbirinden tamamen ayrılmış ve ilk üçü en aşağı tabakada olan dördüncüsünden bütünüyle kopmuş dört sınıfa (kasta) ayrılmıştı. En yüksek olan üç sınıf, münhasıran Magi kabilesinden alınan ve bu itibarla Magiped veya Möbed denilen rahipler ve hâkimler, cengâverler ve resmî me’murlardı. Rençber ve san’at sahiplerinden mürekkep kısım da dördüncü sınıfı teşkil ediyordu.
“Sözde halk denilen zümre ise, hür şehirlilerden ve toprağa bağlı esir ve kölelerden (serfler) mürekkepti ve bu sonuncuların vazifeleri, hiç bir mükâfat ve ücret karşılığı olmaksızın tarlalarda veya orduda çalışmaktı. Bunlar tamamiyle kendi hallerine terkedilmiş, aşılmaz maniâlarla ayrılmış oldukları—mal ve mülkünden serbestçe faydalanan—Dehkanlığa, yani şehirliliğe bile yükselmeyi ümid edemezlerdi...”1
Doğu Roma İmparatorluğunun hali daha da acıklı ve ibretliydi:
“Halk, kendiliğinden bir çok tali sınıflara ayrılmıştı. Bunlar: (1) Ne orduya alınan ve ne de herhangi bir çeşit ticârete girişebilen toprak sahiplerinden mürekkep Curule (Kürül) denilen sınıf, (2) İran’daki benzerleri gibi toprak sahibi olmayan, nüfus vergisi veren, babadan oğula intikal eden muhtelif loncalara bağlı Haraçgüzâr (vergi veren) halk, (3) askerî sınıftı.
“Bu konu üzerinde bir yazarın dediği gibi: ‘Toprağı eken çiftçiler, saray halkını doyuran ve giydiren birer âletten başka birşey değildi.”1
Orta Doğunun hatırı sayılır bir tarihçisi olan Finlay, Doğu Romanın (Bizans) o zamanki perişan durumunu bakınız nasıl hülâsa eder:
“Jüstinyen’in ölümü ile (528-565) Muhammed’in (a.s.m.) doğumu arasında geçen zaman zarfında olduğu gibi, belki tarihin hiç bir devrinde ahlâkı bu dereceye kadar bozulmuş bir cemiyet ve o cemiyette Yunanlılar ve Romalılar kadar irâde ve fazilletten mahrum milletler görülmüş değildir.”2
Avrupa’da halk, aristokratların, şövalyelerin, kilise adamlarının zâlim elinde, kralların, barbarların şefkatsiz pençeleri arasında ruhsuz bir eşyadan, dilsiz bir hayvandan farksızdı. İstenildiği zaman alınır, arzu edildiği zaman da satılırlardı. İtiraza hiç bir hakları yoktu. Satılanlar köle durumuna girerdi. Köle olmasa bile, efendisinin dizi dibinden ayrılma güç ve kuvvetinin sahibi bulunmayan birer hizmetçi olurlardı. Hiç kimse efendisini beğenmemek hakkına sahip olmadığı gibi, efendisini seçmek yetkisine de mâlik değildi. Sadece şu vardı; bazı barbar memleketlerde hizmetçi ilk efendisine muayyen bir kurtuluş akçesi vermek suretiyle bir başka kapıya kendisini atabiliyordu. Bu onlar için haliyle büyük bir lütuftu.
Hülâsa, Arabistan Yarımadasının dışındaki diğer bütün devletlerde de, insanlar birbirlerine kinle, nefretle, vahşetle bakan sınıflara ayrılmışlardı.
Bu perişan durumda bulunan dünyanın, insanın yeryüzünde Allah’ın en kıymetli mahluku olduğunu, insanların tek babadan geldiklerini ve dolayısıyla bir tarağın dişleri gibi hepsinin belli haklara aynı nisbette sahip olma hürriyetini doğuştan beraberinde getirdiğini ilân edecek, insanlar arasındaki kin, nefret ve düşmanlığı sevgiye, saygıya ve dostluğa döndürecek büyük bir peygambere ihtiyacı vardı. Hal diliyle âdeta bu büyük peygamberin bir an evvel gelmesi için yalvarıyor, yakarıyordu.
C) Bütün bu devletlerde kölelik bir müessese olarak mevcuttu.
İnsan, mükerrem ve muhteremdir. Bunu takdir edebilmek ise, ancak gerçek bir îmân sayesinde mümkündür.
Gönülleri bu îmânın şerefinden mahrum bulunan o devrin insanları elbette, insana hürmetin, insanın yeryüzünde en mükerrem varlık olduğunun şuurundan uzak bulunacaklardı ve hemcinslerini para ile alıp satabilecek kadar vahşîleşeceklerdi.
Köle diye adlandırılan zavallı insanlar, pazarlarda basit bir mal alıp satmak gibi, açık artırma ile satılıyordu. Efendi, kölesine her türlü hakareti, zulmü yapma ve her türlü işte çalıştırma yetkisine eksiksiz sahipti.
Bu derin vahşete ve kadirbilmezliğe son verecek birine insanlık âleminin şiddetle ihtiyacı vardı. Bir güneş gibi şefkat ışığını hiç kimseden esirgemeyecek bir rehbere insanlık muhtaçtı.
D) Mezhep kavgaları sürüp gitmekteydi.
Hıristiyan devletlerde, Hz. İsâ’nın tebliğ ve telkin ettiği “Tevhid” akidesi, yerini batıl “Teslis” inancına bırakmıştı. Papazlar, Hz. İsâ’nın tebliğ ve telkin ettiği din yerine, ap ayrı bir din meydana getirmişlerdi.
Diğer devletlerde de olmakla birlikte, hususan Doğu Roma İmparatorluğunda din adına akıl almaz zulüm ve işkencelere başvuruluyordu. Misal olsun diye tarihçiler, Patrisiyen Fokas’ın Hıristiyanlığa zorla döndürülmekten kurtulmak için kendisini zehirlemiş olduğu hadisesini ibret nazarlarına sunarlar.1
İran’da hâkim olan Mazdeizm dininden dönenler veya bu dine ihânet edenler ölüm cezasına merhametsizce çarptırılıyorlardı. Göz çıkarma, çarmıha germe, taşa gömme, aç susuz bırakarak ölüme terk etme, alışıla gelmiş ölüm şekilleri arasında yer alıyordu.
Konfiçyüs ile Çin, medeniyette ilerlemişken, Saâdet Güneşinin parlaması arefesinde en karışık günlerini yaşıyor, yıkılma ile karşı karşıya bulunuyordu. Kardeş kavgaları dönmek bilmez bir hal almıştı. Mezhep ayrılıkları yüzünden halk birbiriyle boğaz boğaza kavga halindeydi.
Habeşistan, İslâmın zuhuru sırasında, kardeş kavgalarıyla için için kaynıyordu...
E) Bütün bu devletlerde ahlâksızlık kol gezmekteydi.
Allah’a îmânın verdiği hayâ ve korkudan mahrum, faziletten nasipsiz insanlık, her türlü ahlâk dışı davranışlarda, haysiyet ve namusları ayaklar altına alıcı adî hareketlerde serbestçe bulunuyordu.
Kumar, içki, zevk ve sefâ âlemleri günlük işler arasında yer alıyordu. Ardı arkası kesilmeyen öldürme, zinâ, gasb ve baskın olayları insanlık denilen kudsî ve ulvi mânâyı âdeta yeryüzünden silip süpürmüştü.
İşte birtek misali:
Bizans İmparatorluğunda ahlâk öylesine silinmiş, öylesine ölü bir unsur haline gelmişti ki, bizzat Kontantiniyye Patriği, İmparatorun kendi özyeğeni ile evlenmesinde nikâhını kıyıyordu.1
Kadın, alınıp satılan basit bir meta’dan öteye geçmiyordu.
Evet, milattan sonra altıncı asır sonları, yedinci asrın başları işte böylesine bir vahşet, inkâr, şirk, cehâlet ve zulüm asrı durumundaydı. Her türlü anarşi, inançsızlık, sapık inaç çeşitleri, sefahetin her türlüsü en yoğun bir tarzda bu asırda hükmünü icra ediyordu.
İnsanların yaratılışından bu yana dünya belki böylesine bir sapıklığa, ahlâksızlığa, vahşete, dehşete şahit ve sahne olmamıştı.
Manevi rehberden mahrum insanlık, avare su gibi taştan taşa başını vuruyor, her vuruşta kalb, ruh, vicdan ve haysiyetinden bir şeyler kaybediyordu. Çaldığı bütün beşerî kapılar, derdine çare olamıyacaklarını söylüyor ve yüzüne kapatılıyordu.
Gerçek yaratıcı yüce Allah’ı bilmemiş, tanımamış ve Onun peygamberleri vasıtasıyla çizdiği aslî gayeyi bulamamış yeryüzü insanları, âdeta birer canavar hüviyetine bürünmüşlerdi. Her an başkasını yutmaya hazır canavarlar misali, yeryüzünü saldırganlıkları, zalimlikleri, vurup öldürmeleriyle kana bulamışlar, her tarafta anarşi ve huzursuzluk rüzgârını estiriyorlardı.
İnsanlık yetim kalmıştı. Kâinat yaslıydı. Yeryüzü bir matem meydanını andırıyordu. Herkes birbirine düşman, herşey mânâsız, ruhsuz, gayesiz telakki ediliyordu. Gerçek rehberinden yoksun insanlığın vâveylâları arşı çınlatıyor, kâinat zerresiyle, güneşiyle insanlığın bu acı haline adeta ağlıyordu.
Hülâsa; bütün dünyayı kesif bir şirk, cehil, küfür, zulüm ve ahlâksızlık bulutu kaplamış bulunuyordu.
Bunun gözler, ruhlar, vicdanlar kamaştıran tap taze bir mânevî güneşin eşsiz ışıklarıyla bir kere daha yırtılması, dünyanın bir kere daha aydınlığa kavuşması gerekiyordu.
O Saâdet Güneşi bütün haşmetiyle insanlık ufkunda doğmalıydı ki, insanlığın yüzü gülsün. Kâinat zerresiyle, güneşiyle, dağıyla, taşıyla, insanıyla, hayvanıyla mânâsız, abes ve gayesiz telakki edilmekten kurtulsun. Her şeyin yazılmış ve ibret nazarlarına arz edilmiş Allah’ın birer mektubu olduğu bilinsin, idrâk edilsin. İnançsızlığın yerini tertemiz îmân, zulmün yerini adelet, huzursuzluğun yerini huzur, cehâletin yerini ilim, ıztırabın yerini saâdet alsın. İnanan herkes dost ve kardeş olsun. Kâinatın hiddeti sevince dönsün. Yıldızlar gülsün, zerreler cezbeye tutulmuş mevlevî gibi raksa gelsin. Güneşle ay, yerle gök aşk ve şevk içinde memuriyetlerine devam etsin.
İnsan da, yaratılışının, yokluk karanlıklarından varlık âlemine misafir edilmiş olmanın asıl hikmet ve gayesinin Cenâb-ı Hakkı tanımak ve Ona îmân edip, ibadet etmek olduğunu bilsin. Böylece hakiki huzur ve gerçek saâdete kavuşmuş olsun.
* * *
Arabistan'ın Durumu
Dünya haritası üzerinde siyasî, coğrafî ve ticarî açıdan mühim bir yer işgal eden Arabistan’ın da, diğer dünya ülkelerinden farklı bir tarafı kalmamıştı. Orada da—lisan ve edebiyat istisna edilirse—her şey çığırından çıkmış, bütün müesseseler bozulmuştu.
Dinî durum
İnanç yönünden Arabistan, kelimenin tam mânâsıyla anarşi içinde kıvranıyordu. Garip itikatlar burada da kol geziyordu.
Bir kısmı tamamen inkârcı idiler. Dünya hayatından başka hiç bir şeyi kabul etmiyorlar, “Bizim için dünya hayatından başka bir hayat yoktur yaşarız ve ölürüz. Bizi öldüren zamandan başka birşey değildir”1 diyerek, güyâ keyiflerince hayat sürüyorlardı.
Resûl-i Ekrem Efendimize vahiy gelmeye başlayınca, Kur’ân-ı Keriminde Cenâb-ı Hak, bu inancı taşıyanlara şöyle hitap edecektir:
“De ki: Size hayat veren Allah’tır. Sonra O sizi öldürür, sonra da geleceğinde şüphe olmayan kıyâmet gününde hepinizi toplar. Lâkin insanların çoğu bunu bilmez.”2
Yine o zaman Arapların bir kısmı Allah’a ve âhiret gününe inanıyor, ancak insandan bir peygamberin olacağını kabul etmiyorlardı.
Kur’ân, şu âyetiyle bu inaç sahiplerinin hallerini anlatıyor:
“Kendilerine hidâyet geldiği zaman insanları îmân etmekten alıkoyan, ‘Allah, göndere göndere bir beşeri mi peygamber olarak gönderdi?’ demelerinden başka birşey olmamıştır.”1
Peygamberin insan nev’inden gelmiş olmasını akıllarına sığdıramayıp, bir meleğin bu vazife ile gönderilimesini arzu eden bu gürüha, yine Kur’ân şu âyetiyle cevap vererek isteklerinin ne kadar mantıksız olduğunu ilân ediyordu:
“De ki: Eğer yeryüzünün sâkinleri olarak orada melekler dolaşsaydı, elbette onlara peygamber olarak gökten bir melek gönderirdik.”2
Diğer bir kısmı ise, Allah’ın varlığını kabul edip inanıyor, ancak, âhiret hayatını, öldükten sonra dirilme gerçeğini, oradaki ceza ve mükâfatı kabul etmiyordu.
Kur’ân-ı Kerim, bu gruba da şu âyetiyle işâret ediyor:
“Kendi yaratılışını unutup, Bize misal getirmeye kalktı: ‘Çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ diye.”3
Ve bu haddini bilmezlere şöyle cevap veriyordu:
“De ki: Onu ilk önce kim yaratmışsa, tekrar o diriltecek. O herşeyin yaratılışını hakkıyla bilendir.”4
Bir kısmı ise puta tapıyordu. Bunlar çoğunluğu teşkil etmekteydi. Hem taştan, tahtadan, hattâ zaman zaman helvadan yaptıkları putlara tapıyor, hem de şöyle diyorlardı:
“Bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye onlara tapıyoruz...”5
Evet, Arapların ekserisi taştan, tahtadan, zaman zaman sefere çıkarken de helvadan yaptıkları putlara tapıyor, onlardan meded ve yardım umacak kadar zavallı bir vaziyete düşmüş bulunuyorlardı. Yeryüzünün ilk Tevhid evi Beytullahı, bu inançlarının eseri olarak, 360 adet putla doldurmuşlardı.
İslâm şerefiyle şereflendikten sonra dünyaya adaletiyle ün salan Hz. Ömer (r.a.), Cahiliyye Devrinde putlara tapma hususunda başından geçmiş bir hâdiseyi şöyle anlatır:
“Cahiliyye Devrinde yaptığımız iki iş vardı ki, onları hatırladıkça birine ağlar, diğerine ise gülerim. Beni ağlatan hâdise şu idi:
“Kız evlatlarımızı diri diri toprağa gömerdik. O masum ve şefkata muhtaç çaresizlere bu hareketi nasıl reva görürdük, bilmem. Bunu hatırladıkça kalbim parçalanır ve ağlamaktan kendimi alamam.
“Beni güldüren hadiseye gelince: Cahiliyye Devrinde evlerimizde putlar vardı. Bir yolculuğa çıktığımız zaman, o putların bir suretini undan veya helvadan yapar, yolculuk esnasında onlara tapar ve hürmet gösterirdik. Yol uzayıp acıktığımızda ise, az evvel hürmet ettiğimiz, taptığımız helvadan putumuzu alır yerdik. Bundan daha gülünç bir hadise var mı?
“Bunu hatırladıkça da Cahiliyye zamanında ne kadar akıl dışı işler yaptığımızı anlar ve gülerim.”
Bütün bunlar yanında, Arabistan’da Hz. İbrahim’in Tevhid dininin izlerine de rastlanıyordu. Gaflete ve aradan uzun zaman geçmesine rağmen silinmeyen bu dini izlerle amel edenlere, Hz. İbrahim’e nisbetle “Hanifler” denilirdi. Zira, Kur’ân-ı Kerim’de “Hanif” tabiri Hz. İbrahim için kullanılır: “İbrahim (a.s.) ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan. O, Hanif Müslüman idi.”1
Hanifler diye anılan bu insanlar, putlara nefret besler ve Allah’ın varlık ve birliğine inanırlardı. Nitekim putlardan birinin şerefine kurulan bir panayırda Varaka b. Nevfel, Ubeydullah b. Cahş, Osman b. Hüveyris, Zeyd bin Amr adındaki şahıslar, haddi zatında cansız, dilsiz, sağır, zarar veya menfaat vermekten mahrum bir takım putlara secde edip hürmet göstermeyi zillet saymışlar ve bunu açıkça ilan etmişlerdi.1
Yine akıl ve fikirlerini çalıştırarak bir takım cansız putlara tapmanın manasızlığını idrak edip bu batıl îtikada karşı mücadele verenler de vardı. Taif halkının reisi ve Arabın meşhur şairlerinden Ümeyye bin Ebi Salt, bunlardan biri idi. Bu zat, Cahiliyye Devrinde mukaddes kitapları okumuş, putperestliği terk ederek Hz. İbrahim’in dinine girmişti.
“Bismike Allahümme” tabirini ilk defa bu şair bulmuştu. Sonra bu tabir Arapların hoşuna gitmiş ve kitaplarının evveline de yazmaya başlamışlardır.
Şiirlerinde bir peygamberin lüzumundan bahseder, insanlık için nübüvvetin kati bir ihtiyaç olduğunu beyan ederdi. Araplardan bir peygamberin zuhur edeceğini geçmiş mukaddes kitaplardan öğrendiği için, o makamı kendisi arzu ediyordu. Buna binaendir ki, Efendimize risalet vazifesi verilince, hased ve kıskançlığının esiri oldu ve onu tasdik etmedi. Hatta Bedir Muharebesinde öldürülen müşrikler için mersiyeler söyledi.2
Hicretin ikinci senesinde îmân etmeden ölen Ümeyye hakkında Hazret-i Resul-ü Ekremden birkaç hadis de rivâyet olunmuştur.
Efendimiz birgün terkisinde Şerid bin Süveyd ile gidiyordu. Sahabîye, “Ümeyye’nin şiirlerinden birşey biliyor musun?” diye sordu.
“Evet, biliyorum,” cevabında bulunan sahabî, arkasından da Ümeyye’nin şiirinden beyitler okudu. Okunanları çok beğenen Efendimiz, Şerid’den (r.a.) biraz daha okumasını istedi. Sahabî kasideyi okuyup bitirdi. Bunun üzerine Resul-ü Ekrem şöyle buyurdular:
“Ümeyye Müslüman olmaya yaklaşmıştır.”1
Bir diğer rivayete göre ise, “Ümeyye’nin şiiri îmân etmiş, fakat kendisi dalalette kalmıştır”2 buyurdular.
Bu meyanda adından bahsedeceğimiz bir başkası da şüphesiz meşhur Arap hatiplerinden Kuss bin Saide’dir. Efendimizin peygamberliğinden haber veren bu zatın hutbesinden ilerde bahsedeceğiz.
Putlar
Mekke’ye ilk defa put getirmenin de bir hikayesi var:
Amr bin Luhay şehire ilk defa putu getirip, halkı putlara tapmaya teşvik eden adamdır.3
Amr, Şam’a gittiği bir sırada, Maab denilen yere de uğrar ve burada Hz. Nuh’un sülalesinden bir kabilenin putlara taptığını görür. Bunların ne işe yaradığını, niçin kendilerine taptıklarını sorunca da: “Bunlardan yardım isteriz, yardım ediliriz, yağmur isteriz, yağmura kavuşuruz” cevabını alır.
Bunun üzerine Amr, Mekke’ye götürmek için bir put ister. İsteğini kabul ederler ve kendisine Hübel adını taşıyan putu verirler.4
Amr, Hübel’i Mekke’ye getirir ve diker. Halkı bu puta tapmaya teşvik eder. Cahil halk bu teşvike kapılarak Hübel’e tapmaya başlar.
İşte Mekke’ye ilk defa put getirme ve burada puta tapma hikayesi böylece başlamış oldu.
Her kabilenin ayrı putu vardı
Bundan sonra putperestlik Mekke’de yayılmaya başladı. Her kabilenin de kendisine ait putları vardı.
Kureyş, en büyük put olarak Uzza’yı kabul eder ve ona hürmet ederdi.
Evs ve Hazreç kabilelerinin taptığı put, Menat adını taşıyordu. Bu put Mekke ile Medine arasında Müşellel denilen yerde bulunuyordu. Sonraları bu iki kabile Menat’tan başka, Lat ve Uzza putlarına da tapmaya başlamışlardı.
Kelb kabilesinin putu Ved idi ve Dumetü’l-Cendel denilen mevkide bulunuyordu.
Huzeyl kabilesi, Suva’ putuna tapardı. Bu put Gatafan mevkiinde idi.
Hemdan kabilesinin bir kolu olan Hayvan boyu Yauk putuna ta’zim ederdi. Bu put, Hemdan civarında bulunuyordu.
Tayy ve Mezhiç kabilelerinin putu Yağus idi. Himyerilerinki ise Nesr.
Bekroğulları ve Kinane kabilelerinin putu ise, Sa’d idi.1
İşte, yukarıda saydığımız kabileler, adlarını verdiğimiz bu putlara tapar, onlardan yardım diler, yağmur ister, zafer taleb ederlerdi. İtikadlarınca cansız, ruhsuz, taştan veya ağaçtan olan bu cisimler, isteklerini yerine getirme güç ve kuvvetinin sahibi bulunuyorlardı.
Halbuki, her aklı başında insan bilir ve kabul eder ki, cansız, ruhsuz cisimlerden insana ne zarar gelir ne de fayda... Onlarda insana yardım edecek ne güç vardır ne de kuvvet...
Ne var ki, o zamanın Arapları bu gerçeği düşünemeyecek kadar muhakemeden mahrum bulunuyorlardı.
İşte, Allah Resûlü Hazret-i Muhammed (a.s.m.), inanç yönünden böylesine cehalet ve dalalet içinde kıvranan bu insanları ilim ve hidayet nuru ile kurtarmaya geliyordu. Onlara nur ve huzur vermek vazifesini yüklenecekti.
Ahlakî durum
Cahiliyye Devrinde Arabistan ahlakî cihetten de tam bir sefalet içinde idi. Cemiyete hakim olan, süfli arzu ve emellerdi... İçki, kumar, zina, yalan, hırsızlık, zulüm, hülasa ahlaksızlık namına ne varsa yarımadanın dört bir yanında hüküm sürüyordu.
Zulüm, güçlünün güçsüze karşı kullandığı en amansız bir kırbaçtı. Kuvvetli olan, aynı zamanda haklıydı. Kuvvetli olan, zaif ve güçsüzlere istediğini zorla yaptırabiliyordu. İnsana ve onun hayatına bir sinek kadar bile önem verilmiyordu. Yapılan baskınlarla yakalanan insanlar işkenceler altında inim inim inletilerek öldürülüyorlar veya pazarlarda basit bir mal gibi köle olarak satışa çıkarılıyorlardı.
Kadın, elde basit bir meta, alınır satılır adi bir mal telakki ediliyordu. Genç cariyeler, fuhşa teşvik edilerek, hatta zorlanarak, sırtlarından para kazanma yoluna gidiliyordu. Kur’ân, insan haysiyetine yakışmayan bu hareketten bahsediyor ve onları insan hayatına hürmeti katleden bu çirkin adetten nehyediyordu:
“Evlenmeye imkân bulamayanlar da, Allah onları lûtfuyla zenginleştirinceye kadar iffetlerini korusunlar. Kölelerinizden bir bedel karşılığında hürriyetlerine kavuşmak isteyenlerle, eğer onlarda bir hayır görüyorsanız, anlaşma yapın. Allah’ın size ihsan ettiği maldan onlara da verin. İffetli kalmak isteyen câriyelerinizi de, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek fuhşa zorlamayın. Kim onları fuhşa zorlarsa vebâli kendisinedir; zorlananlar için ise, muhakkak ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.”1
Bir kadın, birkaç erkekle birden müşterek hayat yaşayabiliyordu. Böyle bir kadın, evinin damına diktiği bir işaretle, kendisini halka ilan ediyordu.
Üvey anne, babanın terekesi arasında ev eşyasıymış gibi oğula miras olarak intikal ediyordu.
Kız çocuğunu diri diri gömme âdeti
Çöl araplarının bir kısmı kız çocuklarının dünyaya gelmesini bir felaket, bir yüz karası sayarlardı. Bu sebeple doğan çocuk kız olunca, bazen kimsenin görmesine bile fırsat verilmeden gaddar babaları tarafından diri diri toprağa gömülüyor veya kuyulara atılıyorlardı. Bu gaddarca hareketlerine sebep olarak hayali bazı gerekçeleri gösteriyorlardı.
Diyorlardı ki: “Bunlar bir gün gelip şerefimizi lekeleyecekler veya sefalete düşeceklerdir. Ayrıca maişet cihetiyle de bize yük olacaklar ve rızıklarını temin edemeyeceğiz.”
Bâzan da anneler, doğum yaklaşınca çukur kazdırırlardı. Dünyaya gözlerini açan yavru kız ise, hemen çukura atılır, üzeri topraklarla örtülürdü.
Babalar öldürmeyi kararlaştırdıkları kızlarını, altı yaşına gelince güzel elbiseler giydirerek, sanki akraba ziyaretine gidiyorlarmış gibi çöle götürürlerdi. Zavallı çocuk, orada daha önce kendisi için hazırlanmış mezara bırakılır, üzerine de toprak atılarak diri diri gömülürdü.
Gömmek istemedikleri kız çocuklarına ise, kalın yün kumaştan bir cübbe giydirir, onlara deve veya koyun çobanlığı yaptırarak cemiyetten tecrid etme yoluna giderlerdi.
Kur’ân-ı Kerim, çöl Araplarının bu çirkin ve vahşet saçan adetlerini şu ayetiyle bize haber verir:
“Halbuki, onlardan biri kız çocukla müjdelendiği zaman, öfkeden yüzü sim siyah kesiliverir.
“Müjdelendiği şeyin utancıyla kavminden gizlenir. Onu sağ bırakıp zilletine mi katlansın, yoksa toprağa mı gömsün? Bakın, ne kötü birşeydir o hükmettikleri!”1
Cahiliyye zamanında bu çirkin adete tevessül etmiş biri, bilahere İslamiyetle müşerref olduktan sonra gözyaşları arasında Resulüllaha bu durumunu şöyle anlatmıştı:
“Ya Resulallah, biz, Cahiliyye Devrini de yaşamış insanlarız. Putlara tapar, çocuklarımızı öldürürdük. Benim de bir kızım vardı. Çağırdığım zaman yanıma sevinçli sevinçli gelirdi.
“Birgün yine onu çağırmıştım. Koşarak geldi, arkama düştü. Kendisini evimizden pek uzak olmayan bir kuyumuza götürdüm. Elinden tutup kuyuya atıverdim. Onun, bana son sözleri şu oldu:
“Babacığım! Babacığım!”
Kainatın Efendisi tasvir edilen vahşetengiz manzara karşısında kendisini tutamamış ve ağlamıştı. Öyle ki, mübarek gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslattı. Sonra da şöyle buyurdular:
“Şüphesiz Allah yeniden yapmadıkça cahiliyye icabı olarak yaptıklarınızı orada bırakır, İslamiyet devrine geçirmez.”2
İşte, o zamanlar, şefkat ve merhamet denilen yüce hasletler, ruh, kalb ve vicdanlardan böylesine sökülüp atılmıştı. Zaten, Kainat Sultanına gerçek îmânın bulunmadığı bir kalbde, Sultandan korkunun bulunmadığı bir vicdanda, şefkat, merhamet ve faziletin yeri olamaz ki!
Siyasî nizam
Cahiliyye Devrinde Arabistan, siyasi bir nizam ve içtimai bir düzenden de mahrum bulunuyordu. Ahalinin ekserisi göçebe hayatı yaşıyordu. Kabilelere bölünmüşlerdi. Kabile, içtiami düzenlerini kendi aralarında temin eden bir toplumdur. Bu göçebeler, devamlı surette birbirleriyle çekişme halinde idiler. Her an başkasına saldırmaya, gayrın malını talan etmeye, namusunu lekelemeye hazır bir hayat tarzı içinde bulunuyorlardı. Baskın ve yağmacılığı, adeta kendileri için bir geçim vasıtası kabul etmişlerdi. Kendilerine düşman olan kabileye baskınlar düzenler, develerini sürüp götürürler, kadın ve çocuklarını esir alırlardı.
Aralarında düşmanlık eksik olmazdı. Bir kabilenin diğerine yaptığı kötülükleri, karşı kabile de aynıyla yapmaya uğraşırdı.
Harb, baskın, çarpışma ruh ve hayatlarına öylesine işlemişti ki, başka kabileler arasında üzerlerine saldıracak kabileler bulamazlarsa, birbirleriyle savaşırlardı. Şair Kutami bu hususu, “Kardeşlerimizden olan Bekr’lerden başkasını bulamazsak, onlara saldırırız” beyitiyle anlatmak ister.1
Öteden beri kabileler ve aşiretler halinde yaşıyorlardı. Merkezi bir hükümet etrafında toplanmayı düşünmemişlerdi. Bu sebeple Yarımada, medeni ve sosyal kanunlardan mahrum bulunuyordu. Bu yüzden de karşılıklı zulümler eksik olmuyor, çarpışmalar, vuruşmalar devam edip gidiyordu. İsteyen istediğini gücü yettiği takdirde yapabiliyordu. Güçlü ve itibarlının yaptıkları daima yanına kar kalırdı.2
Edebî durum
Bütün bunlar yanında, inkarı mümkün olmayan bir gerçektir ki, İslamiyetin zuhuru sırasında Araplar; edebiyat, belagat ve fesahat konularında tekamülün zirvesinde bulunuyorlardı. Bu hususta kendileriyle boy ölçüşecek yeryüzünde hiç bir millet mevcut değildi.
Şair ve şiir onlar için her şeydi. Çünkü şiir, atalarının cemiyet hayatını, adet ve inançlarını aksettiren tek güvenilir ayna idi.
Cemiyette şairler, büyük değer sahibi idiler ve büyük hürmet görürlerdi. Öyle ki, kabilelerinden güçlü bir kahraman yerine, bir şairin çıkmasını her zaman tercih ederlerdi. Zira, yegane gayeleri olan şöhreti, en güzel şekilde yayabilecek olan ancak şairdi. Yılandan korkar gibi, şairlerin hicivlerinden çekinir ve korkarlardı.
Şairler, onlarca birer kahraman kabul ediliyordu. Öyle ki, bir şairin, bir tek sözü üzerine kabileler birbirleriyle kıyasıya çarpışıyorlardı. Yine bir şairin bir tek sözü ile de yıllardan beri birbirleriyle kanlı bıçaklı olanlar bir anda barışabiliyorlardı.
Eski zamanda şiire; “Arab’ın Defteri” deniliyordu. Zira, Arabın ahlak ve adetleri, diyanet ve akideleri ancak şiirle biliniyor ve onunla nesilden nesile intikal edip geliyordu.
Bu devirde, şiiri besleyen ve teşvik eden bir çok unsurlar vardı. Güçlü bir şair, hem kendisi hem de kabilesi için itibar sağlıyordu.
Yine muayyen zamanlarda kurulan panayırlar şiirin gelişmesinde büyük rol oynuyordu. Kurulan bu panayırlar bir nevi edebiyat şöleni idi. Panayırlarda, jüri huzurunda şiir ve hitabet müsabakalır düzenlenirdi. Çeşitli yerlerden gelen şairler ve hatipler, burada şiirler okur, hitabelerde bulunurlar, birbirlerine üstün gelmek için bütün güçlerini ortaya koyarlardı. Üstünlük sağlamakla da son derece iftihar ederlerdi.
Sonunda, jüri tarafından birinci seçilen şiir, keten bez üzerine altın yaldızla yazılarak Kabe duvarına asılırdı.
Taif’le Nahle arasında bulunan Suk-ı Ukaz, panayırların en büyüğü idi. Çoğunlukla şiir yarışmaları burada tertip edilirdi...
Panayırlar aynı zamanda bir çeşit fuar mahiyetini de taşıyordu. Bütün kabilelerin bir araya geldiği ticari, içtimai ve siyasi faaliyet sahalarıydı. Zilhicce ayında açılan panayırlar 20 gün devam ederdi. Esirini fidye ile kurtarmak davasını halletmek, düşmanını bulmak, şiir okumak, konuşma yapmak isteyen herkes bu panayırlara koşardı. “Şiire bu derce önem verilmiş olması, dilin en ince şekilde incelenmesi sonucunu hazırlamıştır.” Böylece, İslamın zuhuru sırasında Arabistan’da edebiyat, fesahat ve belâğat zirveye ulaşmıştı. Adeta görünmez bir el, zihinleri ve ruhları, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın insan üstü üslubuna hazırlıyordu.
Arapların bu mümtaz hususiyeti haiz bulunmaları sebebiyledir ki, Kur’ân-ı Azimüşşan, edebiyat, belegat ve fesahatın zirvesinde nazil oluyordu. Bu fesahat ve belâgatı, i’caz (mucizeliği) ve îcazıyla (vecizliği) Arap edip, şair ve hatiplerini muarazaya davet ediyor ve onlara meydan okuyordu. Fakat onlar, çok geçmeden bu eşsiz kelama benzer getirmenin mümkün olmadığını anladılar ve susmak mecburiyetinde kaldılar.
Kur’ân’ın üslubu öylesine veciz, öylesine tatlı, öylesine fesih ve beliğ idi ki, bu işi iyi bilen Araplar, hayretlerini gizleyemiyorlardı. Birgün bedevi Arap ediplerinden biri, “Artık emrolunduğun şeyi açıkla ve müşriklerden de yüz çevir,”1 âyetini duyunca, kendisinden geçercesine secdeye kapanmıştı.
Hadise, müşrikleri çıldırtacak nitelikteydi. Nefret saçan bakışlarla adamın üzerine vardılar ve öfkeyle bağırdılar:
“Sen de mi Müslüman oldun?”
“Hayır,” diye cevap verdi, bedevi edip. “Ben sadece bu ayetin belâgatına secde ettim.”2
İmr’ül-Kays, Muallaka şairlerinden biriydi. Birgün kız kardeşi, “Ve denildi ki: ‘Ey yer, suyunu yut. Ey gök, suyunu tut.’ Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cûdî Dağına oturdu. Ve ‘Zâlimler gürûhu Allah’ın rahmetinden uzak olsun’ denildi”1 âyetini işitince, doğruca Kâbe’ye vardı ve “Artık kimsenin söyleyecek birşeyi kalmadı. Bu belâgat karşısında kardeşimin şiiri de duramaz” diyerek kardeşinin en üstte asılı bulunan kasidesini duvardan indirdi. En meşhur kasidenin kaldırıldığı görülünce, diğer Muallakat da birer birer indirildi.2
Cahiliyye Devrinin en meşhur ve en eski şiir örnekleri şüphesiz “Muallakat-ı Seb’a” (Yedi askı) şiirleridir. Bu şiirler, dilden dile dolaşmış, asırlar sonrasına kadar varmıştır. Kuvvetli bir görüşe göre bu şiirler, Hammadü’r-Raviye tarafından toplanmıştır.
Şiirleri Kabe duvarına asılan şairler şunlardır:
İmrü’l-Kays, Tarafa, Lebid, Zuheyr, Amr b. Gülsüm, Antara (veya Nabiğa), Haris bin Hiliza (veya A’şa).3
İşte, Efendiler Efendisi Hazret-i Muhammed’e, peygamberlik vazifesi verileceği sırada Arabistan’ın dinî, ahlakî, siyasî, içtimaî ve edebi manzarası böyleydi...
Bu dehşet ve vahşet saçan manzarayı değiştirecek bir zata elbette ihtiyaç vardı. O zat da ezeli Kaderin hükmüyle tesbit edilmişti: Hazret-i Muhammed (a.s.m.).
O, beraberinde getirdiği Nur ile dünyanın maddi, manevi şeklini değiştirecekti... İnsanların yüzlerini dünyadan ahirete, fani sevgililerden Mahbub-u Baki’ye çevirecek ve bununla insanı maddi, manevi saadate erdirecekti.
Allah tarafından peygamber olarak vazifelendirilecek olan bu zât, insanların başı boş olmadığını, kainatta atomdan güneş sistemlerine, yıldızlardan galaksilere kadar her şeyin kudsi bir gaye için dönüp dolaştıklarını, kainatın umum heyetiyle ulvi bir maksada hizmet ettiğini bildirip, ilan edecek olan zâttı.
Bu zât, ahlaksızlık çamurunda boğulmaya yüz tutmuş insanlığı, en güzel ahlakı ders vererek kurtaracak zâttı.
Bu zât, kainat niçin var edilmiş? İnsanlar nereden gelmişti? Niçin gelmiş ve nereye gidecekler, gibi suallere en güzel cevapları verecek zâttı.
Bu zât, insanın sahibi Allah’ın, insanlardan neleri istediğini, razı olduğu ve olmadığı şeylerin neler olduğunu gayet açık bir şekilde beyan edecek zâttı.
Bu zât, yalnız bir kavme, bir millete değil, bütün insanlığa Allah’tan aldığı emirleri bildirecek, ilan edecekti.
İşte, bütün dünya gibi, Arabistan yarımadası da böylesine büyük vazifeleri yerine getirecek zâtın ortaya çıkmasını dört gözle bekliyordu.
* * *
Kuss bin Sâide, Efendimizin Peygamberliğini Haber Veriyor
Kainatın Efendisine peygamberlik vazifesinin verilmesinden birkaç yıl önceydi.
Arabın Cahiliyye Devrinde iki meşhur panayırından biri olan Hicaz’daki “Suk-ı Ukaz”, renk renk yüzlerce insanla dolup taşmıştı. İçlerinde pek çok Arap beliğleri de vardı. Bu sırada kızıl tüylü bir deve üstünde yüz yaşını aşmış bir pir-i fani peydahlandı. Gözleri çukura kaçmış, yaşlılıktan iki büklüm olmuş, fakat ruhu aydınlık bu süvari, İyad kabilesinin büyüğü Kuss b. Saide idi. Cenab-ı Hakkın varlık ve birliğine, haşir ve neşre inanan Kuss, Arapların şairi, hatibi ve hakimi idi. Fesahatı ile dillere destan olmuş bu zat, dikkat kesilmiş ve derin sükuta dalmış yüzlerce insana beligane şöyle hitap ediyordu:
“Ey insanlar! Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz! İbret alınız! Yaşayan ölür, ölen fena bulur. Olacak neyse olur.
“Yağmur yağar, otlar biter; çocuklar doğar, annelerinin ve babalarının yerini alır. Derken hepsi ölüp gider. Hâdiselerin ardı arası kesilmez.Hepsi birbirini kovalar.
“Kulak tutunuz, dikkat kesiliniz; gökte haber, yerde ibret alınacak şeyler var. Yeryüzü bir büyük divan, gökyüzü bir yüksek tavan. Yıldızlar yürür, denizler durur. Gelen kalmaz, giden gelmez. Acaba vardıkları yerden hoşnud olup da mı kalıyorlar? Yoksa orada kalıp da uykuya mı dalıyorlar?
“Yemin ederim, yemin ederim ki, Allah’ın indinde bir din vardır ki, şimdi içinde bulunduğunuz dinden daha sevgilidir. Ve Allah’ın gelecek bir peygamberi vardır ki, gelmesi pek yakındır. Gölgesi başınızın üstüne geldi.
“Ey İnsanlar! Hani ya babalar, dedeler, atalar? Nerede soy sop? Hani o süslü saraylar ve mermer binâlar yükselten Ad ve Semûd kavimleri? Hani ya, dünya varlığından gururlanıp da kavmine, ‘Ben sizin en büyük rabbiniz değil miyim?’ diyen Firavun’la Nemrud?
“Onlar, zenginlikçe, kuvvet ve kudretçe sizden çok daha üstün idiler. Ne oldular? Bu yer onları, değirmeninde öğüttü, toz etti, dağıttı. Kemikleri bile çürüyüp dağıldı. Evleri yıkılıp ıssız kaldı.Yerlerini, yurtlarını şimdi köpekler şenlendiriyor? Sakın, onlar gibi gaflete düşmeyin! Onların yolundan gitmeyin!
“Herşey fânidir. Baki olan ancak Allah’dır. Ki O, birdir, şerîki ve nazîri yoktur. İbadet edilecek ancak Odur, doğmamış ve doğurmamıştır.
“Evvel gelip geçenlerde, bize ibret alacak şey çoktur. Ölüm bir ırmaktır. Girecek yerleri çok, ama, çıkacak yeri yoktur. Büyük, küçük hep göçüp gidiyor. Giden geri gelmiyor. Kat’i bildim ki, herkese olan, size ve bana da olacaktır.”1
Gariptir ki, bu muazzam hitabesini verip, Hâtemü’l-Enbiyânın pek yakında geleceğini haber veren Kuss bin Sâide, o anda kendisini dikkatle dinleyenler arasında geleceğinden söz ettiği zâtın bulunduğundan habersiz idi.
Cahiliyye Devrinde Cenâb-ı Hakkın kalblerine hidâyet ihsan ettiği bahtiyarlardan biri olan Kuss bin Sâide’nin bu hitabesinden az zaman sonra Kâinatın Efendisine nübüvvet ve risâlet geldi. Fakat, Kuss, bu sırada hayata gözlerini yummuştu. Haliyle, pek yakında geleceğini müjdelediği Efendimizle görüşmek kendisine nasip olmadı.
Aradan yıllar geçti. Benî İyad’ın müvahhid ve Hz. İsâ’nın dinine mensup bulunan büyüğü Carud bin Alâ adındaki zât, kavminin ileri gelenleriyle birlikte vasıflarını öğrenmek üzere Resûlullah Efendimizin huzuruna vardı. Peygamber Efendimize ne ile gönderildiğini sorup öğrendikten sonra, “Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, senin vasfını İncil’de buldum. Seni, Meryem’in oğlu müjdeledi. Sana devamlı selâm olsun ve seni gönderen Allah’a da hamdolsun. Elini uzat. Ben şehâdet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur ve sen Allah’ın Resûlüsün” diyerek Müslüman oldu. Onu takiben de diğer arkadaşları İslâmiyete girdiler.1
Bu durumdan fazlasıyla memnun olan Fahr-i Kâinat Efendimiz sordu:
“İçinizde Kuss bin Saide’yi bilen var mı?”
Carud, “Elbette yâ Resûlallah,” dedi, “hepimiz onu biliriz. Hususan ben, hep onun yolunda gidenlerdenim.”
Bunun üzerine Resûl-i Zişân Efendimiz şöyle buyurdular:
“Kuss bin Sâide’nin bir zamanlar “Suk-u Ukaz” da bir deve üzerinde, ‘Yaşayan ölür, ölen fenâ bulur, olacak neyse olur’ diye okuduğu hutbesi hiç hatırımdan çıkmaz. O, bir hayli söz daha söylemişti. Zannetmem ki, hepsi hatırımda kalmış olsun.”
Mecliste hazır bulunan Hz. Ebû Bekir (r.a.) atılarak, “Yâ Resûlallah,” dedi, “ben de o gün Sûk-u Ukaz’da hazırdım. Kuss bin Sâide’nin söylediği sözler hep hatırımdadır. Müsaade buyurursanız okuyayım.”
Sonra da mezkur hutbeyi başından sonuna kadar huzur-u Risâlette okudu.
Bunun üzerine heyetten de bir kişi ayağa kalktı ve Kuss’un şiirlerinden bir kaçını daha okudu. Bu şiirlerinde de o, Harem-i Şerif’te Hâşimoğullarından Muhammed’in (a.s.m.) peygamber gönderileceğini açıkça zikir ve beyan etmişti.
Bütün bunlardan sonra Resûlullah Efendimiz de, Cahiliyye Devrinde hidâyet yolunu bulmuş bu bahtiyar için şöyle buyurdu:
“Ümit ederim ki, Cenâb-ı Hak, Kıyâmet gününde Kuss bin Sâide’yi ayrı bir ümmet olarak haşreder.”1