ÖMER AYAZ Resmi Web Sitesi
Hicret
Peygamber Efendimizin Medine'ye Hicreti
Medine’ye Hicretin Başlaması
Peygamber Efendimiz ile Medineli Müslümanlar arasında cereyan eden Akabe bîatları ve yapılan anlaşmalar, Müslümanlar önünde yep yeni emniyetli bir saha açıyordu. İnançlarını burada serbestçe söyleyebilecek, ibâdetlerini serbestçe ifa edebilecek, dinlerini korkmadan ve çekinmeden yayabileceklerdi. Çünkü, Medine’nin iki güçlü kabilesi olan Evs ve Hazreç onlara kucaklarını açmış, her hal u kârda kendilerini koruyacaklarına ve yardımlarını esirgemeyeceklerine dâir vaadde bulunmuşlardı. İslâm güneşinin Medine’de bütün haşmetiyle parlayacağı şimdiden gözüküyor gibiydi.
Müşrikler, Müslümanların bu emniyetli yere göç edeceklerinden endişe duyarken, Resûl-i Ekrem, hızla İslâmlaşan bu yeni yurdun bir an evvel İslâm merkezi haline gelmesi için her türlü gayreti gösteriyordu.
Mekke’de oldukça nazik bir devre yaşanıyordu. Hz. Resûlullahın Medinelilerle anlaşma akdettiğini duyan müşrikler, Müslümanlara karşı olan zulüm ve işkencelerini daha da arttırdılar. Mesele, âdeta bir ölüm kalım meselesi haline gelmişti.
Mekke’de hayat, onlar için bir azab; içilen su, teneffüs edilen hava, sanki yakıcı bir ateş olmuştu.
Müslümanlar bu sıkıntılı ve acı durumlarını Peygamber Efendimize arzettiler ve hicret için izin istediler. Resûl-i Ekrem, ilk önce, kendisine böyle bir müsâadenin henüz verilmemiş olduğunu belirtti. Ancak, bu açıklamasının üzerinden daha bir kaç gün geçmişti ki, sevinç içinde hicret müsâadesinin verildiğini Müslümanlara şöyle bildirdi:
“Sizin hicret edeceğiniz yurdun, iki kara taşlık arasında hurmalık bir şehir olduğu bana gösterildi ve bildirildi. Mekke’den ayrılmak isteyen oraya gitsin. Medineli Müslüman kardeşleri ile birleşsin. Yüce Allah, onları size kardeş yaptı ve Medine’yi size emniyet ve huzur bulacağınız bir yurt kıldı.”1
Görüldüğü gibi, Kureyşli müşriklerin Müslümanlar üzerindeki tehdit ve baskısı, İslâmı “yaşamak” ve “neşretmek” şartlarıyla hayatta kalmaya imkân vermeyecek bir dereceye ulaşınca, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz hicrete izin vermiştir.2 Hz. Âişe’nin, “Mü’min dini için Allah’a veya Resûlüne hicret etmek zorunda idi. Zira, dinini yaşamaktan menedilmesi korkusu vardı” sözü bu durumu ifâde eder.3
“Şu halde hicret, bazı kereler yanlış olarak ifade edildiği gibi bir kaçış değil, bir arayıştır. Dinin tamamen yok edilme noktasına gelen tehdit ve tehlikelerden kurtarılarak yaşatılmasına müsait vasatın aranmasıdır.
“Din, kendisine gaye olarak, fiilen yaşanmayı tesbit etmiştir. Bulunulan yerin şartları, bu gâyenin tahakkukuna imkân vermeyecek duruma geldi ise, oradan hicret etmek şarttır; dinen vecibedir, vazifedir. Bu duruma düşen kimseleri, hicret etmediği takdirde Kur’an-ı Kerim mâzur addetmiyor ve kesinlikle sorumlu tutuyor.4 Bunlar, dinlerini yaşayabilecekleri uygun bir yer aramakla mükelleftirler.”5
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz bu müsâadeden sonra “dini yaşayıp neşredebilmek için müsâit yer arama gayreti” olan hicret hareketini inceden inceye düşündü. Müslümanlara hicret ederken ihtiyatlı ve tedbirli davranmalarını sıkı sıkıya tenbih etti. Müşriklerin dikkatini çekmemek için küçük gruplar halinde yola çıkmalarını tavsiye buyurdu.
Peygamber Efendimizin bu müsaâde ve tavsiyelerinden sonra Müslümanlar, bu hareketlerine engel olacak müşriklerin dikkatlerini çekmeyecek şekilde birer ikişer veya küçük gruplar halinde Medine’nin yolunu tuttular.
Herkesten önce Mekke’den Medine’ye hicret etmek üzere ayrılan Sahabî Ebû Seleme İbn-i Abdi’l-Esed idi.
İşin farkına varan Mekkeli müşrikler, görebildiklerini ve yakalayabildiklerini geri çeviriyorlardı. İslâm dininden vazgeçirmek için her türlü çâreye başvuruyorlardı. Öyle ki, gerektiğinde kadınları kocalarından ayırıyor ve kocalarıyla beraber göç etmelerine karşı çıkıyorlardı. Bazıları da hapsi boyluyordu. Fakat, dahilî bir harbin patlamasına sebebiyet verebilir diye kimseyi öldürme cihetine gitmek istemiyorlardı. Bunun dışında akla hayâle gelecek her türlü eziyet ve işkencelerle Müslümanları hicret etmekten vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Fakat Müslümanlar kat’i kararlarını vermişlerdi ve ne pahasına olursa olsun Medine’ye göç edeceklerdi. Nitekim her engeli aşarak hicretlerine devam ettiler.
Onlara nurlu ufuklar şimdiden gülümsüyordu. Baskı ve zulüm çemberinden kurtulup hür ufuklara doğru kanat açıyorlardı. Zaten, Medine ve Medineliler de onları dört gözle bekliyorlardı.
Hz. Ömer’in hicreti
Sâir Müslümanlar gizli gizli hicret ederken, Hz. Ömer kılıcını kuşandı. Yayını, oklarını ve mızrağını alıp Kâbe’ye gitti. Açıkça Kâbe’yi 7 sefer tavaf etti. Orada bulunan müşrik ele başlarına cesaretle şöyle seslendi:
“İşte ben de dinimi korumak için Allah yolunda hicret ediyorum. Karısını dul bırakmak, anasını ağlatmak, çocuklarını öksüz bırakmak isteyen varsa şu vadide önüme çıksın!”1
Bu pervasızca seslenişten sonra, yirmiye yakın Müslümanla gün ortasında Medine’nin yolunu tuttu. Müşriklerden hiç biri arkalarına düşme cesaretini gösteremedi.
Böylece bir kaç ay içinde Müslümanların büyük bir kısmı Medine’ye yerleşmek üzere Mekke’den ayrıldı. Geride Peygamber Efendimiz, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali ile yol tedâriki göremeyecek kadar yoksul olanlar, yolculuk yapmaya takatı bulunmayanlar ve müşrikler tarafından hapsedilenler kaldı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz de hicret etmek niyetinde idi. Fakat, bu hususta Cenab-ı Hakkın iznini bekliyordu. Hatta, Hz. Ebû Bekir Medine’ye hicret etmek arzusunu izhar ettikçe, “Sabret! Umulur ki, Allah Teâla, sana bir arkadaş ihsan eder” buyururdu.
Müşriklerin telâşı
Peyder pey Medine’ye hicret eden Müslümanları, Evs ve Hazreç kabileleri son derece güzel karşıladılar. Kendilerine yer gösterip barındırdılar. Evli muhacirler, evli Medineli Müslümanlar tarafından misafir edildiler. Bekâr muhacirler ise, Kubâ’da oturan bekâr Sahabî Sa’d bin Hayseme’ye misafir oldular.
Kureyş müşrikleri hicret eden Müslümanların Medineli Müslümanlar tarafından korunduklarını, yardıma mazhar olduklarını ve onlarla birleşip kuvvetlendiklerini görünce telâşa kapıldılar. Hele, Peygamberimizin de bir gün hicret edip, başlarına geçeceğini, kendilerine karşı savaşabileceğini ve gerektiğinde Şâm ticâret yollarını bile kesebileceğini düşününce telâşları büs bütün arttı.
Derhal bu hususu görüşüp tedbir almak için Dârü’n-Nedve’de toplanmayı kararlaştırdılar.
Dârü’n-Nedve; Resûl-i Ekrem Efendimizin atalarından Kusay bin Kâb’ın, kapısı Kâbe’ye bakan konağı idi. Kureyş ileri gelenleri mühim işlerini hep burada toplanıp konuşur, meşveret ederlerdi.
Peygamber Efendimizin işini görüşmek üzere de, daha önceden kararlaştırdıkları günün sabahında Dârü’n-Nedve’de bir araya geldiler.
Bu sırada düzgün giyimli, cin bakışlı bir ihtiyarın kapıda dikilip durduğunu gördüler. Tanımadıkları bu adama, “Kimsin?” diye sordular.
“Necidli bir ihtiyarım,” diye cevap verdi adam. “Böyle bir toplantının yapılacağını duymuştum. Ben de katılıp fikirlerimi söylemek istedim. Uygun görüp görmediğim tedbirler hususunda mütalâalarımı beyan etmek istiyorum!”
Kureyşliler, “Olur, gir!” dediler ve onu içeri aldılar.
Aslında ihtiyar, insan suretine girmiş bir şeytandı.
Verilen korkunç karar
Toplantıda yüz kadar Kureyşli bulunuyordu. Alınacak karardan hemen haberleri olmasın diye, Hâşimoğullarından sadece İslâm düşmanı Ebû Leheb alınmıştı.
“Muhammed için ne gibi bir tedbir almamız lâzımdır?” diyerek meseleyi görüşmeye açtılar.
Bazıları, “Onu zincire vurup hapsettirelim” fikrini ileri sürdüler.
Necidli bir ihtiyar suretine girmiş olan Şeytan, “Hayır” dedi. “Vallahi bu görüşünüz uygun değildir. Siz onu hapsettirecek olursanız, bunu duyan arkadaşları üzerinize yürürler. Onu elinizden çekip alırlar. Onun telkin ve propagandası ile çoğalarak bu işte size galip gelirler. Siz başka bir tedbir düşününüz.”
Bunun üzerine bazıları, “Onu aramızdan, memleketimizden sürüp çıkaralım! Aramızdan ayrıldıktan sonra nereye giderse gitsin” dediler.
Necidli ihtiyar tekrar söz aldı ve şöyle dedi:
“Hayır, vallahi, bu düşünceniz de yerinde değildir. Onun sözünün güzelliğini, tatlılığını, getirdikleri ve tebliğ ettiği şeylerin insanların kalblerine hâkim olup durduğunu görmüyor musunuz? Onu aranızdan kovacak olursanız, o da Arap kabileleri arasında dolaşır ve onlara hâkim olur. Sonra da üzerinize yürüyerek, size istediğini yapabilir. Onun için siz başka birşey düşününüz!” dedi.
Sonunda Ebû Cehil söz aldı ve “Vallahi, ben onun hakkında hiç bir zaman düşünemeyeceğiniz bir tedbir düşündüm” dedi.
“Nedir o?” diye sordular.
Ebû Cehil fikrini şöyle açıkladı:
“Onu öldürmekten başka çâre yoktur. Bunun için de, aramızda her kabileden güçlü kuvvetli birer delikanlı seçeriz. Sonra onların herbirine keskin birer kılıç veririz. Hepsi birden onu vurup öldürürler. Böylece ondan kurtulmuş oluruz. Kimin öldürdüğü de belli olmaz. Böyle olunca da Haşimiler, bütün kabilelerle çarpışmayı göze alamazlar ve çâr nâçar diyete razı olurlar. Biz de diyetini ödeyip meseleyi hallederiz.”
Necidli ihtiyar kılığına girmiş olan Şeytan ileri atıldı ve “En doğru fikir ve uygun çâre budur” dedi.
Diğerleri de Ebû Cehil’in bu görüşünü kabul ettiler ve dağıldılar.1
* * *
Peygamber Efendimize Hicret İzninin Verilmesi
Kureyş müşrikleri Resûl-i Ekrem Efendimizin vücudunu ortadan kaldırmak için kat’î karar almışlardı ve bunun için faâliyetlerini sürdürüyorlardı. Bu sırada Cenâb-ı Hak, Sevgili Resûlüne hicret emrini verdi.
Peygamber Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’in evine her gün sabah veya akşam vakitlerinde uğrardı. Fakat, hicret emrini aldığı gün, öğle vakti sıcağında, âdeti olmadığı bir saatte başını sararak Hz. Ebû Bekir’in evine vardı. Efendimizin geldiği haber verilince Hz. Ebû Bekir şaşırdı ve “Vallahi, Resûlullah bu saatte hiç gelmezdi. Bu gelişinde mutlaka bir iş var” diye konuştu.
Sonra Efendimizi içeri alıp minderinin üzerine oturttu ve “Anam, babam sana fedâ olsun, Yâ Resûlallah, ne haber var?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “Yüce Allah, bana Mekke’den çıkmaya ve Medine’ye hicret etmeye izin verdi” buyurdu.
Hz. Ebû Bekir merakla, “Senin refakatınla şereflenecek miyim, yâ Resûlallah?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “Evet” deyince gönlüne sürûr, gözlerine sevinç göz yaşları doldu.
Hz. Âişe bu ânı şöyle anlatır:
“O güne kadar, bir insanın sevincinden böylesine ağladığını görmemiştim.”1
Resûl-i Ekrem ve Hz. Ebû Bekir, Medine’ye kadar kendilerine kılavuzluk etmek üzere, henüz müşrik, fakat güvenilir, sözünde durmasıyla tanınmış biri olan Abdullah bin Ureykit’le anlaştılar. İki binit devesini kendisine teslim ettiler. Üç gün sonra Sevr Dağı eteğinde buluşmak üzere sözleştiler.
Bundan sonra Peygamber Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’in yanından ayrılarak Hâne-i Saadetine döndü.1
Hz. Cebrâil’in ihbârı
Bu sırada vahiy meleği Cebrâil (a.s.) gelip Peygamber Efendimize müşriklerin kararını bildirdi ve başvuracağı tedbiri de şöyle açıkladı:
“Şimdiye kadar yattığın yatağında, bu gece yatma!”
Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Ali’yi çağırdı ve “Yatağımda bu gece yat uyu! Şu yeşil, geniş aba hırkamı da üzerine ört! Korkma! Sana hiç bir zarar erişmeyecektir” dedi.
Ayrıca Hz. Ali’ye, kendisine teslim edilen emânetleri sahiplerine verinceye kadar da Mekke’de kalmasını emretti.
Mekkeliler, “Muhammedü’l-Emîn” lâkabını verdikleri Peygamber Efendimize son derece güvenirler ve en kıymetli eşyalarını, saklayamamaktan korktukları için ona teslim ederlerdi. Kureyş ileri gelenlerinin, hakkında ölüm kararı aldıkları sırada da kendilerinde emanet olarak bir çok kıymetli eşya vardı. Ama o, bu karara rağmen, emânetlerin sahiplerine verilmesini Hz. Ali’ye emretmekle bir kere daha büyüklüğünü ve emânete sadakatını ortaya koyuyordu.
Peygamberimizin evinin kuşatılması
Plân gereği her kabileden seçilmiş eli kılıçlı iki yüze yakın müşrik, gecenin üçte biri geçince, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin evinin önünde toplandılar. İçlerinde Ebû Cehil, Ebû Leheb ve Ümeyye bin Halef gibi azılıları ve elebaşıları da vardı. Katiller, gecenin geçmesini, aydınlığın etrafı sarmasını ve Fahr-i Âlem’in evinden çıkmasını bekliyorlardı. Zira, âdetlerine göre, bir adamı evinin içinde katletmek korkaklığın en âdisi sayılırdı.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, eli kılıçlı katillerin Hâne-i Sâadetinin etrafını sardıkları sırada evinden çıktı. Yerden aldığı bir avuç toprağı başlarına attı ve “Yasîn Sûresi”nin ilk sekiz âyetini okudu. İçlerinden hiç biri onu görmedi çıkıp gitti.
Bir müddet sonra yanlarına bir hemşehrileri uğradı:
“Burada ne bekleyip duruyorsunuz?” diye sordu.
“Muhammed’i bekliyoruz” dediklerinde, “Muhammed, sizin başınıza toprak saçıp ve içinizden çıkıp gideli hayli vakit olmuş. Hele bir kere üstünüze başınıza bakınız” diyerek gözü dönmüş katillerle âdeta alay etti.
Birbirlerine baktılar. Üzerlerinin toz toprak içinde kalmış olduğunu gördüler. Şaşırıp kaldılar. Derhal Hane-i Sâadetin içerisine baktılar. İçerde birinin abaya sarınıp bürünerek yattığını görünce, “İşte, Muhammed yatıyor” diyerek beklemeye devam ettiler. Tâ ortalık ağarıncaya kadar.
Sabahleyin Resûl-i Kibriyâ Efendimiz yerine Hz. Ali’nin yataktan doğrulup kalktığını görünce, bütün bütün şaşırdılar ve “Vallahi, bize söylenen doğru imiş” dediler.
Sonra da Hz. Ali’ye, “Muhammed nerede?” diye sordular.
Hz. Ali, “Bilmem” deyince hayrette kalıp ne yapacaklarını şaşırdılar.
Cenâb-ı Hak, bu münâsebetle indirdiği âyet-i celîlede şöyle buyurdu:
“Hani kâfirler, bir zaman seni yakalamak, öldürmek ve yurdundan çıkarmak için bir tuzak kurmaya kalkmışlardı. Onlar tuzak kurar, Allah da tuzaklarını başlarına geçirir. Allah, hileyi hile ile cezalandıranların en hayırlısıdır.”1
Sevr Mağarasına gidiş
Hâne-i Sâadetinden çıkan Resûl-i Ekrem Efendimiz, doğruca Hz. Ebû Bekir’in evine vardı. Kendileri için acele sefer malzemesi hazırlandı ve bir dağarcığa bir miktar azık kondu.
Sonra, Resûl-i Ekrem Efendimizle Hz. Ebû Bekir evin arkasındaki küçük kapıdan çıktılar ve Mekke’nin aşağısındaki güney batısına düşen, şehre üç mil takriben bir saat uzaklıkta bulunan Sevr Dağına doğru yol aldılar.
Hz. Ebû Bekir, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin kâh önüne geçerek yürüyor, kâh arkasında kalarak yol alıyordu. Efendimiz, “Yâ Ebâ Bekir! Niçin böyle yapıyorsun?” diye sordu.
Hz. Ebû Bekir, “Önünüzü arkanızı gözetlemek, sizi korumak için yâ Resûlallah” diye cevap verdi.
Cum’a gecesi Sevr Mağarasına vardılar.
Mağara oldukça ıssızdı. Önce Hz. Ebû Bekir içeri girdi. Yeri temizleyip düzeltti. Mağaradaki delikleri elbisesini yırtarak tıkadı. Yetmeyince, geriye kalan bir deliğe de ayağını dayadı. Sonra Fahr-i Âlem Efendimizi içeri dâvet etti.
Resûl-i Ekrem içeri girdi ve mübârek başını Sıddık-ı Ekber’in dizini dayayarak uyudu.
Az sonra, Hz. Ebû Bekir deliğe dayadığı ayağında müthiş bir acı hissetti. Yılan ısırması olduğunu anladı. Fakat, delikten ayağını çekmedi. Hatta, Kâinatın Efendisi uykudan uyanabilir diye yerinden bile kımıldanmadı. Canı öylesine acıdı ki, gözlerinden ister istemez yaş aktı. Akan gözyaşlarının bir kaç damlası mübârek yüzlerine damlayınca Resûl-i Kibriyâ Efendimiz uyandı ve “Ne var, yâ Ebâ Bekir?” diye sordu.
Sadakat timsali Hz. Ebû Bekir, “Yâ Resûlallah! Ayağımı bir şey soktu. Ama mühim değil. Anam babam sana fedâ olsun” diye cevap verdi.
Resûl-i Kibriyâ, yılanın soktuğu yeri mübarek tükürüğü ile meshetti. Allah’ın lütfu ile acı derhal kayboldu ve Sıddık-ı Ekber şifâ buldu.
O anda Allah’ın emriyle bir örümcek gelip mağaranın ağzına ağını gerdi, bir çift güvercin ise gelip yuva kurdu.1 Bu hayvanlar, Resûl-i Kibriyâ ve Hz. Ebû Bekir’i bütün Kureyş’e karşı korumak için nöbettârlık etmeye başlıyorlardı.
Resûl-i Kibriyâ Efendimizi Hâne-i Sâadetinde bulamayan müşrikler fazlasıyla sıkılıp üzüldüler. Derhal Mekke’nin her tarafını didik didik aramaya koyuldular. Hz. Ebû Bekir’in evine vardılar. Onu da bulamayınca büs bütün öfkelendiler.
Mekke’de Resûl-i Kibriyâ Efendimizi (a.s.m.) bulamayınca bu sefer tellal çağırttılar:
“Muhammed’i ve Ebû Bekir’i bulup getirene veya öldürene yüz deve veririz.”
İçlerinde ne kadar hırsız, cani ve gözü dönmüş var ise, bu ilânı duyunca, kimi eline kılıç, kimi de sopalar alarak Mekke’nin dışına çıktılar ve etrafta koşuşturmaya başladılar.
Arayıcılar, yanlarına Müdlicoğullarından iki iz takib edici de almışlardı. Resûl-i Ekrem Efendimizle, Hz. Ebû Bekir’in izlerini buldular. Takip ede ede gelip Sevr Dağının eteklerine dayandılar.
İzcilerden biri, “Vallahi” dedi. “Onlar, şu mağaradan ileri geçmemişlerdir. İz burada kesiliyor.”
İçlerinden bir kısmı Ümeyye bin Halef ile beraber mağaranın ağzına kadar geldiler.
Bu sırada sevgili Peygamberimiz ile Hz. Ebû Bekir onları görüyor, fakat müşrikler, onları göremiyorlardı.
Hz. Ebû Bekir, fazlasıyla telâşa kapıldı ve üzüldü:
“Yâ Resûlallah!” dedi. “Beni öldürseler de gam çekmem. Ben nihâyet bir ferdim. Amma, Allah göstermesin, sana bir zarar ve ziyan eriştirecek olurlarsa bu, bütün ümmetin helâkine sebep olur.”
Resûl-i Kibriyâ kemâl-i emniyet içinde, “Üzülme, Allah bizimle beraberdir” buyurarak ona teselli verdi.
Hz. Ebû Bekir, “Yâ Resûlallah” dedi. “Onlardan birisi eğilip de ayaklarının dibinden bir bakıverse, bizi görür.”
Fahr-i Âlem Efendimiz, yine emîn ve mütevekkil bir şekilde şöyle konuştu:
“Yâ Ebâ Bekir, iki kişinin üçüncüsü Allah olursa, sen âkibetin ne olacağını zannediyorsun? Yakalanacağımızı mı sanırsın?”1 Sonra da Hz. Ebû Bekir’in iç ferahlığına kavuşması için Cenâb-ı Hakka duâ etti.2
Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’inde bu hâdiseye şu âyetiyle işâret eder:
“Siz Allah’ın Resûlüne yardım etmeseniz de, Allah ona yardım etmiştir. Kâfirler onu yurdundan çıkardıklarında, mağaradaki iki kişiden biri olduğu halde o, yanındaki dostuna ‘Üzülme,’ diyordu, ‘Allah bizimle beraberdir.’ Allah böylece onun üzerine emniyet ve rahmetini indirdi, sizin göremediğiniz ordularla onu takviye etti ve kâfirlerin dâvâsını alçalttı. Yüce olan Allah’ın dâvâsıdır. Allah’ın kudreti herşeye galiptir ve Onun her işi hikmet iledir.”1
Örümcek ve güvercinlerin nöbettarlığı
Sevr Mağarasına oldukça yaklaşan müşrikler, “Şu mağarayı da arayalım” dediler.
Konuşulanları Fahr-i Kâinat Efendimizle Sıddık-ı Ekber duyuyorlardı.
İçlerinden biri mağaranın ağzına kadar geldi. Fakat içeri girip bakma lüzumu hissetmeden geri döndü.
“Neden girip içeri bakmadın?” diye sordular.
“Mağaranın ağzında iki yabanî güvercinin yuva kurduğunu gördüm. Orada olduklarına asla ihtimal vermem” diye cevap verdi.
Azılı müşrik Ümeyye bin Halef ise, arkadaşlarına hiddetli hiddetli şöyle seslendi:
“Hâlâ mağaranın orada ne dolaşıp duruyorsunuz. Orada örümceğin ağ bağladığını görmüyor musunuz? Vallahi ben, bu ağın Muhammed doğmadan önce gerilmiş olduğu kanaâtındayım.”2
Bunun üzerine mağaranın yanından uzaklaştılar.
Böylece Cenâb-ı Hak, nöbetçi tayin ettiği bir örümcek ve iki yabanî güvercin ile Sevgili Resûlünü bütün Kureyş’e karşı korumuş oluyordu.
Perşembe günü sabahleyin Sevr Mağarasına, Hz. Ebû Bekir’le birlikte giren sevgili Peygamberimiz Cuma, Cumartesi ve Pazar gecelerini orada geçirdi. Üç gün üç gece mağarada gizlenmeleri, tedbir içindi. Müşrikler bu zaman zarfında, onların Mekke civarından uzaklaşmış olduklarına kanaat getirecek ve bir derece takiplerini gevşetmiş olacaklardı. Nitekim de öyle oldu.
Mağarada gizlendikleri zaman zarfında, Hz. Ebû Bekir’in oğlu Abdullah, aldığı tâlimat üzere gündüzleri Kureyşliler arasında dolaşıyor, ne konuştuklarını, neler düşündüklerini öğrendikten sonra, geceleri gelip Resûl-i Ekreme haber veriyordu. Geceyi orada geçiriyor ve aydınlık tamamıyla etrafı sarmadan Mekke’ye geri dönüyordu.
Diğer taraftan Hz. Ebû Bekir’in kölesi Âmir bin Fuheyre de o civarda koyunlarını güdüyor, hem Abdullah’ın izlerini yok ediyor, hem de onlara süt götürüyordu.
Böylece üç gün, üç gece süren hayat da geride kalmış oluyordu. Kureyşlilerin Resûl-i Ekrem ve Hz. Ebû Bekir hakkındaki arama taramaları da bir derece gevşemişti. Hz. Abdullah’ın Mekke’den getirdiği haber bu meyandaydı.
Bu arada, daha evvel kararlaştırıldığı üzere kılavuz olarak tutulan Abdullah bin Üreykit de kendisine teslim edilen iki deve ile birlikte kendi devesi de yanında bulunduğu halde Pazartesi günü seher vakti Sevr Dağının eteğinde göründü.
Peygamber Efendimiz ve beraberindekilere yol azığı olarak bir koyun kesilmiş, eti pişirilmişti. Hz. Ebû Bekir’in kızı Esmâ (r.a.), bunu bir dağarcığa koyup bir tulum su ile birlikte mağaraya getirdi.
Hz. Esmâ, dağarcık ve tulumun ağzını bağlamak için bağ getirmeyi unutmuştu. Mağaradan hareket edileceği sırada civarda bağlayacak bir şey bulamayınca belindeki kuşağı yırtıp, iki parçaya ayırdı. Bir parçasıyla yemek dağarcığının, diğer parçasıyla su tulumunun ağzını bağladı. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, “Esmâ’ya Cennette iki kuşak var” diye buyurdu.
Bu sebeple, Hz. Esmâ’ya “Zatü’n-nıtakeyn (iki kuşak sahibi)” denilmiştir.1
Sevr mağarasından ayrılış
Rebiülevvel ayının 4’ü, Pazartesi günüydü. Mağaradan hareket saatı gelmişti.
Hz. Ebû Bekir, iki devesinden üstün olanını Resûl-i Kibriyâ Efendimize takdim ederek, “Anam babam sana fedâ olsun, yâ Resûlallah, buyur bin” dedi.
Resûl-i Ekrem, “Ben, benim olmayan deveye binmem” diye karşılık verdi.
Hz. Ebû Bekir tekrar, “O, senindir. Babam, anam sana fedâ olsun, buyur bin” dedi.
Resûl-i Ekrem “Binmem,” dedi. “Satın aldığın bedeli bana söylemedikçe binmem.”
Mecbur kalan Hz. Ebû Bekir, devenin fiâtını söyledi ve Peygamberimiz de onu kabul etti.
Resûl-i Ekrem ve Hz. Ebû Bekir develerine bindiler. Hz. Ebû Bekir, yolda kendilerine hizmet etsin diye terkisine azadlı kölesi Amr bin Füheyre’yi aldı.
Yol göstermekte oldukça mâhir olan Abdullah bin Ureykit önlerine düştü. Sevr Mağarasından ayrıldılar.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, doğup büyüdüğü mübârek şehirden ayrılıyordu. Aşağısından geçerken Hezreve nâm mevkide devesini durdurdu. Kudsî Beldeye mahzun mahzun baktı ve ona olan sevgisini şöyle dile getirdi:
“Vallahi, sen Allah’ın yarattığı yerlerin en hayırlısı, Allah katında en sevimli olanısın. Bana, senden daha sevgili, daha güzel yurt yoktur.
“Çıkarılmaya zorlanmamış olsaydım, senden asla ayrılmaz, senden başka yerde yurt, yuva tutmazdım.”1
Bunun üzerine, Cenâb-ı Hak, Habîb-i Edîbini teselli eden şu âyeti inzâl buyurdu:
“Kur’ân’ı okumayı, tebliğ etmeyi ve ona uymayı sana farz kılan Allah, muhakkak ki, seni tekrar Mekke’ye döndürecek, âhirette de övülmüş bir makam olan en büyük şefaat makamına kavuşturacaktır.”1
Düşmanın takibini zorlaştırmak ve onu şaşırtmak gayesiyle Medine’ye doğru, herkesin gittiği yoldan ayrı bir yol takib edildi. Önce, güney istikametinde Kızıl Denize yakın Tihâme’ye gittiler. Sonra Kuzey’e döndüler. Denizden uzak çöl içinden sahile paralel yol aldılar. Salı günü öğleye kadar durup dinlenmeden deve sırtında yol katettiler. Salı günü öğle üzeri bir gölgelikte bir nebze dinlenmek için konakladılar. Peygamber Efendimiz, istirahata çekildi. Hz. Ebû Bekir ise başında bir muhafız gibi bekliyordu. Bir taraftan da etrafa göz gezdiriyordu. Uzakta bir çoban gördü. Yanına gitti. Çobanın koyunundan sağdığı bir miktar sütü alıp getirdi. Resûl-i Ekrem uyanınca kendisine takdim etti. Efendimiz kanasıya içti.2
Sütsüz keçinin süt verişi
Yolculuk esnasında garip hâdiseler cereyan ediyordu.
Yanına varıp süt istedikleri bir çoban, “Yanımda süt verecek şu keçiden başkası yok. Fakat o da hamile oldu ve sütü çekildi” dedi.
Resûl-i Kibriyânın şifâlı ve bereketli eli keçinin memelerine uzandı. Mübârek elleriyle, onları sığadı ve duâ etti. Memeler, anında sütle doldu. Sağılan sütü hepsi kana kana içti.
Hayretler içinde kalan çoban, “Allah aşkına, sen kimsin? Şimdiye kadar senin gibisine rastlamadım” diye sordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Kim olduğumu söylerim, ama gördüğünü, duyduğunu gizli tutmak şartıyla” dedi.
Çoban, “Olur, gizli tutarım” diye söz verince, Fahr-i Âlem Efendimiz, “Ben Allah’ın Resûlü Muhammed’im” buyurdu.
Hayreti bütün bütün artan çoban, “Demek Kureyş’in ‘Yolunu sapıttı’ dedikleri zât sensin, öyle mi?” dedi.
Server-i Kâinat Peygamber Efendimiz, “Onlar, böyle söylüyorlar” buyurdular.
Bunun üzerine çoban, “Ben; şehâdet ederim ki, sen bir peygambersin. Getirdiğin de haktır. Senin yaptığını ancak bir peygamber yapabilir. Ben, sana tâbi oldum” dedi ve orada İslâmiyetle şereflendi.
Çoban, ayrıca kendileriyle gitme arzusunu da izhar etti. Fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Senin, buna bugün gücün yetmez. Benim muvaffak olduğumu haber aldığın zaman, bize gel, katıl” buyurdu.1
Kısır keçinin süt vermesi
Fahr-i Âlem Efendimiz beraberindekilerle üçüncü uğrak yerleri olan Kudeyd mevkiine geldiler. Orada oturan Ebû Ma’bed’in çadırı önünden geçerken satın almak maksadıyla, “Hurma veya yiyecek başka bir şey var mı?” diye sordular.
Ebû Ma’bed o anda orada yoktu. Hanımı Âtike Ümmü Ma’bed, “Hayır, yiyecek bir şey yok” diye cevap verdi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir tarafta zâif bir keçi gördü.
“Bunda süt yok mu?” diye sordu.
Ümmü Mâ’bed, “Onun vücudunda kan yoktur, nereden süt verecek?” dedi.
Peygamber Efendimiz, “İzin verirsen sağarım” buyurdu.
Ümmü Ma’bed, sürü ile otlamaya gidemeyecek kadar zâif olan keçiden süt çıkmayacağını biliyordu. Fakat, misâfire “olmaz” demenin uygun düşmeyeceğini düşünerek, “Pekâlâ, onda süt bulursan, sağıver” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, gidip keçinin beline elini sürdü ve memesini de mübârek eliyle meshetti. Sonra, “Bismillahirrahmanirrahim” diyerek duâ etti. Daha sonra, “Bir kap getiriniz, sağınız” buyurdu.
Sağdılar. Getirdikleri kocaman kap doldu.
Peygamber Efendimiz önce Ümmü Ma’bed’e, sonra da orada bulunanlara doyuncaya kadar içirdi. En sonunda kendileri içti. Tekrar sağıp içtiler. Üçüncü defa da sağıp, onu Ümmü Ma’bed’e bıraktılar. Sonra da oradan ayrılıp yollarına devam ettiler.
Az sonra, Ebû Mâ’bed geldi. Kap içindeki sütü görünce, “Bu ne?” diye sordu.
Ümmü Mâ’bed, “Buraya mübârek bir zât geldi. Şöyle şöyle söyledi, keçiyi böyle sağdı” diyerek olup bitenleri tafsilatıyla anlattı.
Ebû Ma’bed, “Bunda bir hikmet var. O zâtın şekil ve simâsı nasıldı?” diye sordu.
Ümmü Mâ’bed, “Orta boylu, kara kaşlı, kara gözlü ve gayet nurânî yüzlü, lâtif bir adamdı” diyerek Peygamber Efendimizin şekil ve şemâilini birer birer beyan etti.
Bunun üzerine Ebû Mâbed, “Vallahi” dedi. “Bu senin tarif ettiğin zât, Kureyş içinde zuhûr eden peygamberdir. Eğer, ben burada bulunsaydım, ona tâbi olur, beraberinde gitmeyi ondan dilerdim.”1
Resûlullahtan “Bu keçiyi kesme” diye de emir alan Ümmü Ma’bed şöyle demiştir:
“Resûlullahın memesini meshettiği o zâif keçi Hz. Ömer’in hilâfetinde meydana gelen hicretin 18. yılındaki kıtlık ve kuraklığa kadar sağ kaldı. Yeryüzünde hayvanlar yiyecek bir şey bulamazken, biz onu sabah ve akşam sağardık.”1
Sürâka’nın başına gelenler
Kureyş’in Peygamber Efendimizi ele geçirenlere yüz deve va’d ettiği, Kinâne Kabilesinden olup o havalide yaşayan Beni Müdlic aşireti tarafından da duyulmuştu. Sahil yolundan iki deve ile dört kişinin geçip gittiğini de işitmişlerdi.
Bunlardan gayet cesur ve aynı zamanda iyi iz takip eden Sürâka bin Mâlik de, bu mükâfatın tatlılığına kanarak Resûl-i Ekrem Efendimizi takibe koyulmuştu. Bir ihbar üzerine harekete geçen Sürâka, kısa zamanda izlerini buldu. Dörtnala koşturduğu atı ile gittikçe Resûl-i Ekrem Efendimiz ve beraberindekilere yaklaşıyordu. Aralarında az bir mesafe kalmıştı. Hz. Ebû Bekir Sürâka’nın geldiğini görünce telaşlandı.
Peygamber Efendimiz, mağarada olduğu gibi, “Üzülme, Allah bizimle beraberdir” dedi ve dönüp Sürâka’ya baktı. Sürâka’nın atının ayakları bir anda dizlerine kadar yere battı. Kurtulunca, tekrar takib etti. Fakat yine atının ayakları yere saplandı ve atının ayaklarının saplandığı yerden duman gibi bir şey çıktı. O vakit anladı ki; ne onun elinden ve ne de kimsenin elinden gelmez ki, ona ilişsin.
“Yâ Muhammed” dedi. “Duâ et kurtulayım. Sana hiç dokunmayacağım. Seni takib edecek kimselere de senden hiç bahsetmeyeceğim.”2
Server-i Kâinat Efendimiz duâ etti. Cenâb-ı Hak, duâsını kabul etti ve Sürâka’yı o müşkil durumdan kurtardı.
Sürâka Resûl-i Ekrem Efendimizin yanına vardı. Kendisini tanıttı. İlerde İslâmiyetin her tarafa hâkim olacağı mülâhazasıyla bir emânname istedi. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, kendisine yazılı bir emânname verdi. Bir rivâyete göre, bu emânnameyi Hz. Ebû Bekir,1 diğer bir rivâyete göre ise Âmir İbn-i Füheyre yazdı.2
Emânnameyi alan Sürâka, “Ey Allah’ın peygamberi, emret istediğini yapayım” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Git, öyle yap ki, başkası gelmesin” diye ferman etti.
Peygamber Efendimizden bu tâlimatı alan Sürâka derhal geri döndü. Arkadan gelen Kureyş’in takipçilerine de, “Ben buraları arayıp taradım, kimseyi bulamadım. Başka tarafa bakalım” diyerek onları geri çevirdi.3
Kaderin tecellisine bakınız ki, günün başlangıcında sevgili Peygamberimizi ele geçirmek ve öldürmek için atına atlayıp takibe çıkan Sürâka, günün sonunda, aynı zâtın bir muhafızı oluyor ve onu düşman takibçilerinden korumaya çalışıyor.
Sonraları Ebû Cehil, Sürâka’nın bu haline vâkıf olunca, pek ziyâde gadaba geldi ve onun gayretsizliğinden bahsederek, hakkında bir kıt’a hicviye söyledi.
Mu’cize-i Ahmediyye’ye şâhid olan Sürâka da ona, “Eğer, atımın ayaklarının yere gömüldüğünü göreydin, sen de Muhammed’in peygamberliğine îmân ederdin” kıt’asıyla cevap verdi.4
Aynı Sürâka, Hicretin sekizinci senesinde Resûl-i Ekrem Efendimizin Huneyn Gazasından dönüşü sırasında huzur-ı risâlete emânname ile gelecek ve İslâmiyetle müşerref olup, Peygamberimizin iltifatına mazhar olacaktır.
Sürâka döndükten sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz beraberindekilerle yine kızgın çöller üzerinde yol almaya başladı. Sanki gökten alev yağıyor, yerden kızgın kıvılcımlar fışkırıyordu.
Bu sırada onları bir çoban gördü. Kureyş’e haber vermek üzere son sür’at Mekke’ye geldi. Fakat, şehre girer girmez ne için geldiğini birden unutuverdi. Ne kadar çalıştı ise, bir türlü hatırlayamadı. Mecbur olup geri döndü. Sonra anladı ki, ona unutturulmuş.1
Hz. Zübeyr bin Avvam, Şâm ticâret kafilesiyle Medine’den Mekke’ye gitmekte idi. Yolda Resûl-i Kibriyâ Efendimizle karşılaştı. Peygamber Efendimiz ile Hz. Ebû Bekir’e birer beyaz Şâm maşlahı giydirdi. Medineli Müslümanlardan birinin, “Resûlullah ve arkadaşları geciktiler” dediğini haber verdi. Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, hareketini sür’atlendirdi.2
Mekke’ye gelip işlerini yoluna koyan Hz. Zübeyr bin Avvam da Medine’ye hicret etmiştir.
Büreyde’nin Müslüman olması
Deve sırtında sür’atle yol alan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz beraberindekilerle gelip Amim denilen mevkie ulaştı.
Sehmoğulları yurdu buraya yakındı. Reislerinden Büreyde bin Huseyb, Kureyş’in 100 deve va’dini işitmiş olduğundan yanına seksen kadar adamını da alarak Peygamber Efendimizi buldu.
Resûl-i Ekrem ona, “Sen kimsin” diye sordu.
“Ben, Büreyde’yim” deyince, Peygamber Efendimiz Hz. Ebû Bekir’e, “Yâ Ebâ Bekir! İşimiz, serinledi ve düzeldi” dedi.
Peygamberimiz tekrar Büreyde’ye, “Kimlerdensin?” diye sordu:
“Eslem Kabilesindenim” cevabını verdi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, yine Hz. Ebû Bekir’e dönerek, “Yâ Ebâ Bekir,” dedi. “Selâmete erdik.”
Peygamber Efendimiz, “Eslem’in hangi kolundansın?” diye sordu.
Büreyde, “Sehmoğullarındanım” dedi.
Bunun üzerine Efendimiz Hz. Ebû Bekir’e, “Yâ Ebâ Bekir, okun çıktı” buyurdu.
Fahr-i Kâinat, katiyyen tatayyur1 etmezdi. Yalnız güzel şeylerde, hasenatta tefeül ederdi, yani hayra yorardı. Onun için Büreyde’ye rastlamasını iyi bir hal ve alâmet saydı.
Bu sefer Fahr-i Kâinatın akval ve etvarındaki metanet ve ağırbaşlılığa, lisanındaki düzgünlüğe müsahhar ve hayran olan Büreyde, “Peki, yâ Sen kimsin?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem, “Ben, Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’ın oğlu Muhammedim ve Allah’ın Resûlüyüm” dedi ve onu İslâma davet etti.
Büreyde, davete derhal icâbet etti ve beraberindekilerle birlikte kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu.2
Peygamber Efendimiz geceyi burada geçirdi.
Sabah olunca Büreyde, “Yâ Resûlallah,” dedi. “Yanında bir bayrak olmadan Medine’ye girmen doğru olmaz.”
Sonra da sarığını çıkarıp mızrağının ucuna bağladı. Medine’ye girinceye kadar Peygamber Efendimizin önünde onu taşıyarak yürüdü.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Büreyde hakkında, “Ashabımdan bir zât, bir memlekette vefât edecektir. O, kıyâmet gününde, o memleketin nûru ve o memleket halkının önderi olacaktır” buyurmuştur.1
Hakikaten, Büreyde Hazretleri İslâm uğrunda büyük fedakârlıklarda bulundu. İslâm mücahidleriyle Horasan’a kadar gitti ve Merv’de vefât etti.2
* * *
Peygamber Efendimizin Medine'ye Gelişi
Medineli Müslümanlar, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin Mekke’ye gelmek üzere yola çıktığını duymuşlardı. Bunun için her gün sabah namazından sonra Harre mevkiine çıkarak, öğle sıcağı basıncaya kadar yolunu heyecan ve sabırsızlıkla beklerlerdi.
Yine bir gün teşrif-i Nebevîyi uzun uzun beklemişler, gelmediğini ve etrafı da şiddetli sıcağın bastığını görünce geri evlerine dönmüşlerdi.
Bu sırada bir işi için evinin damına çıkmış olan bir Yahudî, beyazlara bürünmüş bir kaç kişinin çölün sıcaklığını, serap ve sisleri yara yara gelmekte olduğunu gördü. Müslümanların Hz. Resûlullahı günlerden beri beklemekte olduğunu biliyordu. Kendisini tutamayarak, “Ey Arap topluluğu. İşte beklediğiniz devletliniz geliyor” diye haykırarak Müslümanlara müjde verdi.1
Bu müjde, o anda bir şimşek gibi çaktı. Şehir bir anda bayram havasına büründü. Çünkü, insanlığa huzur ve saadet sunan zât geliyordu. Müslümanlar derhal silahlanıp o tarafa doğru koştular.
Karşılayıcılar, Resûl-i Ekrem Efendimizle Hz. Ebû Bekir’e bir hurma ağacının gölgesinde dinlenirken kavuştular. Hz. Ebû Bekir başucunda ayakta duruyordu. Günlerden beri yolunu heyecan, sabırsızlık ve muhabbetle bekledikleri ak maşlaha bürünmüş Kâinatın Efendisini selâmladılar, nur saçan mübârek simasını temaşâya başladılar.
Hurma ağacının gölgesinde bir müddet yorgunluğunu gideren Resûl-i Kibriyâ daha sonra beraberindekiler ve karşılayıcılarla birlikte Medine’nin sağ tarafına düşen Kuba köyüne doğru yoluna devam etti.
Rebiülevvel ayının çok sıcak bir Pazartesi günü idi.
Güneş ateşten oklarını bütün şiddetiyle yeryüzüne gönderiyordu. Kuşluk vakti Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, etrafındaki mü’minler halkasıyla Medine’ye bir saat kadar mesafesi olan Kuba köyüne vardı. Orada Amr bin Avfoğullarının kardeşi Gülsüm bin Hidm’in evine indi. Kızgın kumlar üzerindeki sür’atli yolculuk Efendimizi oldukça yormuştu. Hem bu yorgunluğunu üzerinden atmak, hem de buradaki Müslümanlarla görüşmek arzusuna binaen Kuba’da bir müddet ikâmet etmeye karar verdi.
Geceleri, Medineli Müslümanların eşrafından oldukça yaşlı bir zât olan Gülsüm bin Hidm’in evinde kalan Efendimiz, gündüzleri ise, Müslümanlarla konuşmak, sohbet etmek için Ashabdan bekâr bir zât olan Sa’d bin Hayseme’nin evine giderdi. Zâten, Muhacirlerin bekârları da onun evinde kalırlardı. Bu sebeple evine “Dârül-Uzab (Bekârlar Evi)” denirdi.1
Hz. Ali, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin emriyle Kureyşlilerin kendisine teslim ettikleri kıymetli eşya ve emanetlerini sahiplerine iâde etmek maksadıyla Mekke’de kalmıştı.
Hz. Ali, bu vazifeyi yerine getirmiş ve Efendimizin Mekke’den ayrılışından üç gün sonra da hareket etmişti. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz henüz Kuba’da iken gelip kavuştu. Yürümekten ayakları şişmiş ve kabarmıştı. Peygamberimiz onu gözyaşları arasında kucakladı ve ayağının iyileşmesi için duâ edip eliyle meshetti. Cenâb-ı Hak anında şifâ ihsan etti. Hz. Ali’nin ayaklarında ne kabarmadan, ne de ağrı ve sızıdan eser kalmadı.2
Kubâ Mescidinin inşası
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Amr bin Avfoğullarında on küsur gece misafir kaldı. Bu müddet zarfında Kuba Mescidini te’sis etti ve bu mescid içinde namaz kıldı.
İslâmda ilk mescid: Kuba Mescidi
Efendimizin tesis ettikleri mescidden önce, Müslümanlardan bazıları kendileri için mescid inşâ etmişlerse de, İslâm cemâatı için ilk olarak binâ olunan mescid işte bu Kuba Mescididir.
Gülsüm bin Hidm Hazretlerinin üzerinde hurma kuruttuğu arsasında binâ edilen bu ulvî ma’bedin inşasında, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz bizzat çalıştı. Bir seferinde kucağına, güçlükle kaldırılabilecek büyükçe bir taş almışlardı. Sahabînin biri yanına varıp, “Yâ Resûlallah! Anam, babam sana fedâ olsun. Elindekini bana ver” deyince, “Hayır vermem. Sen de başkasını al” buyurarak gayret ve faaliyetten büyük zevk aldığını ifâde etmişti. Böylece, ibâdeti, takvası, sadakâtı, metaneti, cesareti, vesair bütün güzel vasıflarda olduğu gibi gayret ve çalışkanlığıyla da Sahabîlere en güzel örnek oluyordu.
Onun bu gayret ve faaliyetini müşâhede eden Müslümanlar da aşk ve şevk içinde bıkmadan usanmadan ve zerre kadar fütûr eseri göstermeden çalışıyorlardı. Mescid yapılıp bitinceye kadar Peygamber Efendimiz çalışmaktan bir an olsun geri durmadı ve kendisini sâir Müslümanlardan farklı bir muâmeleye tabi tutmadı.
Kuba Mescidi, Resûl-i Kibriyânın hicreti ve özellikle Kuba köyüne ulaşmasıyla başlayan nuranî ve muazzam bir devrin mübârek bir âbidesidir. Bu sebepledir ki, Kur’an lisanıyla “Takva Mescidi” adı verilerek şerefli kılınmıştır. İlgili âyet-i kerimede meâlen şöyle buyurulur:
“Muhakkak bu bir Mescid’dir ki, onun temeli Medine’ye hicretin ilk gününde takvâ üzere atılmıştır. Orada maddî ve mânevi pisliklerden temizlenmeyi seven kimseler vardır. Allah da çokça temizlenenleri sever.”1
Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, hayatı müddetince her Cumartesi günü yaya veya binitli olarak bu mübârek mescidi ziyâret eder ve içinde namaz kılardı. Ayrıca mü’minleri de teşvik ederek, tam bir temizlik ve nezahetle bu mübârek mescidde namaz kılan kimse için bir umre sevabı olduğunu müjdelerdi.
İslâmî gelişmenin önündeki engellerin yavaş yavaş bertaraf olduğu, İslâmın inkişaf ve teâliye başladığı bir dönemde inşâ edilmiş olması Kuba Mescidine ayrı bir mânâ ve ehemmiyet atfeder.
Suheyb bin Sinan, müşriklerin eziyet ve işkencelerine ma’ruz kalan kimsesiz Müslümanlardan biri idi. Medine’ye hicrete Efendimiz tarafından izin verildiği sırada bir türlü fırsatını bulup Mekke’den ayrılamamıştı.
Hz. Ali’nin hicret ettiğini görünce o da, Medine’ye hicret maksadıyla hazırlanıp yola çıkmıştı. Bunu gören Mekkelilerden bazıları arkasına düşüp yetiştiler ve “Sen, buraya fakir olarak geldin. Yanımızda zengin oldun. Kendinle birlikte bu bol serveti de alıp götürmek istiyorsun. Buna müsâade edemeyiz” demişlerdi.
Îmânından aldığı cesaretle bu kahraman Sahabî hemen bineğinden inmiş, çantasındaki okları çıkarıp karşısında duran Kureyş topluluğuna, “Benim, içinizde en iyi ok atanlardan biri olduğumu bilirsiniz. Yanımdaki okların hepsini atar, onlar biterse kılıcımı çalarım. Bunlardan biri elimde bulunduğu müddetçe yanıma sizi yaklaştırmam” diye hitap etmişti.
Müşrikler bu kahramanca seslenişe cevap verememişlerdi. Bu İslâm kahramanının kolay kolay teslim olmayacağını biliyorlardı.
Bir tarafta kalbindeki Allah’a îmânın verdiği hadsiz cesaretle duran Suheyb bin Sinan, diğer tarafta gönüllerine şirk ürkekliği hâkim bir çok müşrik vardı.
Sonunda Suheyb şu teklifte bulunmuştu: “Size, bütün servetimin yerini gösterir, onu size bırakırsam, gitmeme müsâade eder misiniz?”
Gönülleri dünya malı sevgisiyle dolu müşrikler, “Evet” dediler.
Hz. Suheyb de onlara bütün servetini bırakarak Allah yolunda, dini ve îmânını serbestçe yaşamak uğrunda hicretine devam etmişti.
Rebiülevvel ayının ortalarına doğru gelip Kubâ’da Resûl-i Kibriyâ Efendimize kavuştu. Yolda gözü ağrımış, karnı ise son derece acıkmıştı. O sırada Efendimiz ve yanında bulunan Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’in önünde taze yapraklı salkım halinde hurma vardı. Hz. Suheyb hemen yaş hurmaları yemeye başladı.
Hz. Ömer, “Yâ Resûlallah! Suheyb’i görmüyor musun? Hem gözü ağrıyor, hem de yaş hurma yiyor” dedi.
Resûl-i Ekrem, “Ey Suheyb! Hem gözün ağrıyor, hem de yaş hurma yiyorsun” buyurunca Suheyb, “Yâ Resûlallah! Ben, gözümün sağlam, ağrımayan tarafıyla yiyorum” diye latif bir cevap vererek Efendimizi tebessüme getirdi.
Hz. Suheyb daha sonra, “Yâ Resûlallah! Sen Mekke’den çıktığın zaman müşrikler beni yakalayıp, hapsettiler. Ben de servetimi vererek kendimi ve ailemi satın aldım” dedi.
Resûl-i Muhterem Efendimiz, “Suheyb kazandı. Suheyb kazandı! Ebû Yahya, satış kârlı çıktı”1 buyurarak bu kahraman Sahabîyi müjdeleyip sevindirdi.
Bunun üzerine şu âyet-i kerime nazil oldu:
“Yine insanlardan öylesi vardır ki, karşılığında Allah’ın rızâsını kazanmak için kendisini fedâ eder. Allah ise kullarına pek şefkatlidir.”2
Server-i Enbiyâ Efendimiz, Kuba’da on küsûr gece ikâmet buyurduktan sonra bir Cuma günü Medine’ye doğru hareket etti. Kasvâ adındaki devesinin üzerinde idi. Peşinde Hz. Ebû Bekir, sağ ve solunda ise ana tarafından akrabaları olan Neccaroğullarından silahlı yüz kişi ile bir çok Medineli Müslüman yer almıştı. Manzara düşündürücü olduğu kadar da sevindirici ve ümit verici idi. Mekke’de yalnızlıkla başbaşa bırakılmış bulunan Resûl-i Kibriyânın etrafını şimdi içleri nur, dışları nur yüzlerce insan sarmıştı. Dillerinde tekbir, gönüllerinde ise hadsiz sürûr vardı. Kendilerinde dünya ve âhiret saâdetinin kaynağı olan gerçek îmân ve İslâmı sunan bu şerefli zâtın yolunu günlerden beri sabırsızlıkla beklemişlerdi. Şimdi ise ona kavuşmanın eşsiz sevincini duyarak, hissederek yaşıyorlardı.
Medine’de ilk Cuma namazı
Resûl-i Ekrem Efendimiz, yol esnasında sol tarafa yönelerek Sâlim bin Avfoğulları yurduna vardı. Rânuna mevkiine geldiklerinde Cuma namazı vakti girdi. Efendimiz Rânûna Vadisinin ortasındaki Cuma Mescidinin yerine indi ve burada Cuma namazı kıldı.
Bu, Peygamber Efendimizin Medine’de kıldığı ilk Cuma namazı idi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz burada arka arkaya iki hutbe irâd buyurdu. İlk hutbesinde Allah’a hamd ve senâdan sonra meâlen Müslümanlara şöyle hitap etti:
“Ey İnsanlar! Sağlığınızda âhiretiniz için tedârik görünüz. Muhakkak bilirsiniz ki; kıyâmet gününde birinin başına vurulacak ve çobansız bıraktığı koyunundan sorulacak. Sonra Cenâb-ı Hak ona tercümansız ve perdedarsız olarak bizzat diyecek ki, ‘Sana benim Resûlüm gelip de tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verdim, sana lütuf ve ihsan ettim, sen kendin için ne tedârik ettin?’
“O kimse dahi sağına soluna bakacak, birşey görmeyecek. Önüne bakacak Cehennemden başka bir şey görmeyecek. Öyle ise her kim ki, kendisini velev ki bir yarım hurma ile olsun ateşten kurtarabilecekse, hemen o hayrı işlesin. Onu da bulamazsa bâri kelime-i tayyibe [güzel sözle] kendisini kurtarsın. Zira onunla bir hayra on mislinden yedi yüz misline kadar sevap verilir.
“Allah’ın selâm, rahmet ve bereketi üzerinize olsun.”1
Resûl-i Kibriyâ, ikinci hutbesinde ise meâlen şöyle buyurdu.
“Allah’a hamdolsun. Allah’a hamdederim ve Ondan yardım isterim. Nefislerimizin şerlerinden ve kötü amellerimizden Allah’a sığındık. Allah’ın hidâyet ettiğini kimse saptıramaz. Allah’ın saptırdığına da kimse hidâyet edemez.
“Allah’tan başka ilâh olmadığına şehâdet ederim. O birdir, şeriki yoktur.
“Kelâmın en güzeli Kelâmullah’tır. Kimin ki Allah kalbini Kur’an ile süsler ve onu kâfir iken İslâma dahil eder, o da Kur’an’ı sâir sözlere tercih ederse, işte o kimse felâh bulur.
“Doğrusu Kitabullah, kelâmların en güzeli ve en beliğidir. Allah’ın sevdiğini seviniz. Allah’ı can ve gönülden seviniz. Allah’ın kelâmından kalbinize kasavet gelmesin. Zira, Kelamullah, herşeyin en güzelini, en iyisini ayırıp seçer. Amellerin hayırlısını ve kulların güzîdesi olan Peygamberleri ve kıssaların iyisini zikreder. Ve helâl ve haramı beyân eder. Artık, Allah’a ibâdet ediniz ve Ona hiç bir şeyi şerik etmeyiniz. Ondan hakkıyla sakınınız.
“Hayırlı işler işleyiniz ve bu iyi işleri diliniz de te’yid etsin.
“Allah’ın kelâmı ile birbirinizi seviniz. Muhakkak bilmelisiniz ki, Allahü Taâla ahdini bozanlara gazab eder. Allah’ın selâmı üzerinize olsun.”1
Akabe’deki bîatta Medineli Müslümanlar, Resûl-i Ekrem Efendimiz kendi beldelerine geldiği zaman, her cihetle onu koruyacaklarına dâir söz vermişlerdi.
Önce, Resûl-i Ekrem onların yurduna gelip bir müddet Kuba’da ikamet buyurduktan sonra, bu sefer bizzat Medine’ye girmek üzere bulunduğundan, artık onların sözlerini yerine getirme vakti gelmiş demekti.
Bu sebeple Resûlullah Efendimiz, ikinci hutbesinin sonunda Cenâb-ı Hakkın, ahdini bozanlara gazab edeceğini beyân etmekle sözlerine son veriyordu.
* * *
Medine'ye Giriş
Peygamber Efendimiz, Rânûna mevkiinde Cuma namazını kıldıktan sonra tekrar devesine bindi ve yularını boynuna doladı. Arkasında Hz. Ebû Bekir, etrafında ise Neccaroğulları yiğitleri ile Medineli Müslümanlar yer alıyordu. Kimi yaya, kimi binekli olan Müslümanların sevinç ve tekbir getirişlerinden âdeta yer gök inliyordu.
Fahr-i Âlem, devesinin üzerinde ağır ağır Medine içlerine doğru ilerliyordu. Sevinç dalgaları şehrin her tarafını sarmıştı. İslâma merkez olma şerefine erecek bu kudsî şehir, sürûrundan âdeta çalkalanıyordu. Kâinatın Efendisini sînesine alışın, ona yurt ve hicret yeri olmanın sevincini yaşıyordu.
Kadınlar, çocuklar söyledikleri şiirlerle manzaraya bir başka tatlılık katıyorlardı. Dillerinden düşmeyen mısralar şunlardı:
“Veda yokuşundan doğdu dolunay bize.
“Allah’a yalvaran oldukça, şükretmek gerekir mes’ud halimize,
“Ey bize gönderilen yüce peygamber, sen,
“İtaat etmemiz gereken bir emirle geldin bize.”1
Medine halkı, etrafa pırıl pırıl nurlar saçan Hz. Resûlullahın mübârek yüzünü görmek için sokaklara dökülmüştü. Çocuklar, bayramlıklarını giymişler, neşe ve sevinç içinde oynuyorlardı.
Evlerinin damından kadınlar, yollarda erkekler ona, “Hoşgeldin” diyorlardı:
“Muhammed geldi! Yâ Muhammed! Yâ Resûlallah!
Yâ Muhammed, Yâ Muhammed!”2
Bu kalbî ve duygulu tezahürat arasında Peygamberimiz tevazu ve vakarı birleştiren müstesna bir eda içinde Kasvâ’nın üstünde yoluna devam ediyordu.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ilerlerken, önünden geçtiği her evin sahibi, kendisini evinde misafir etme şerefine nâil olmak istiyor ve devesinin yularını tutup, “Yâ Resûlallah, bize buyurun” diyordu.
Efendimiz ise, mübârek tebessümleri arasında, “Hayra erin, deveye yol verin. Ona gideceği yer buyurulmuştur” diye cevap veriyordu. O mübârek hayvan da sağa ve sola bakarak kendiliğinden gidiyordu.
Yuları boynuna dolanmış Kasvâ, ilerleyerek Malik bin Neccaroğullarına ait develerin yanına kadar gitti ve oradaki boş bir arsaya çöktü.
Peygamber Efendimiz, üzerinden hemen inmedi. Deve az sonra ayağa kalktı, biraz ilerledikten sonra birdenbire geriye döndü ve ilk çöktüğü yere geldi. Oraya tekrar çöktü ve artık kalkmadı. Boynunu ve göğsünü yere uzatarak tatlı tatlı böğürmeye ve sağa sola debelenmeye başladı.
Dikkatler Kasvâ’nın üzerine çevrilmişti. Resûl-i Ekrem, onun çöktüğü yere mi misafir olacaktı, yoksa başka bir yere mi? Henüz kimsenin bu hususta bilgisi yoktu.
O sırada Neccaroğullarının mini mini masum kız çocukları, defler çalarak Sevgili Efendimize “hoşâmedi” ediyorlardı:
“Biz Neccaroğulları kızlarıyız.
Muhammed’in akrabalığı, komşuluğu ne hoştur.”1
Resûl-i Ekrem, bu masum yavruların samimî duygu ve sevinçlerini gülümseyerek karşıladı ve “Beni seviyor musunuz? diye sordu.
Hep bir ağızdan, “Evet, seni seviyoruz, yâ Resûlallah” dediler.
Kâinatın Efendisi ise, “Allah biliyor ki, ben de sizi seviyorum. Vallahi, ben de sizi seviyorum. Vallahi, ben de sizi seviyorum. Vallahi, ben de sizi seviyorum” buyurdu.
Medineli Müslümanlardan her biri Fahr-i Âlem Efendimizin hanesine şeref vermesini can u gönülden istiyordu. Hatta bir ara Kasvâ çöktüğü zaman, Cebbar bin Sahr, kaldırmak için ayağıyla ona vurdu. Bunu farkeden Hz. Ebû Eyyûb el-Ensari hiddete gelerek şöyle dedi:
“Ey Cebbar! Sen benim evimin önünden kaldırmak için ona vurdun. Resûlullahı hak dinle gönderen Allah’a yemin ederim ki, İslâmiyet mâni olmasaydı sana kılıçla vururdum.”
Peygamberimiz Ebû Eyyûb’un evinde
Kasvâ, ikinci sefer çöküp yerinden kalkmayınca, Peygamber Efendimiz, “İnşaallah menzilimiz burasıdır” buyurarak indi.
Böylece, İslâm ve cihân tarihinin kaydettiği en parlak hâdiselerden biri olan Hicret-i Muhammediye (a.s.m.) bu inişle sona eriyordu.
Müslümanlar merak ve heyecan içinde bekliyorlardı. Acaba kâinatın medar-ı iftiharı olan Resûl-i Kibriyâ kimin evini şereflendirecekti? Hepsinin göz ve gönüllerinde sevinç dalga dalga idi. Bu sevince Kâinatın Efendisini evlerinde misafir etmek hadsiz şerefini de katmak istiyorlardı.
Peygamber Efendimiz etrafını saranlara, “Akrabalarımızdan hangisinin evi buraya daha yakındır?” diye sordu.
Neccâroğullarından Ebû Eyyûb el-Ensâri Hazretleri sevinç ve heyecanla ortaya atıldı:
“Yâ Nebiyyallah! Benim evim daha yakındır. İşte şu evim, şu da kapısı” diyerek gösterdi.
Sonra da, “Müsâade buyurursanız, devenizin üzerindekileri oraya taşıyayım” dedi ve Kasvâ’nın yükünü indirip palanını soydu ve evine taşıdı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de, “Kişi bineğinin ve ağırlığının yanında bulunur” buyurdu ve Ebû Eyyub el-Ensarî’ye, “Git, bizi kabul için yer hazırla!” diye emretti.1
Bu esnâda Medineli Müslümanların ileri gelenlerinden olan Es’ad bin Zürâre Hazretleri de teberrüken Kasvâ’yı alıp kendi evine götürdü.
Hz. Eyyûb el-Ensarî, derhal gidip evini hazırladı ve gelip Efendimize, “Yâ Resûlallah! İkinize de yer hazırladım. Allah’ın bereketi ile ikiniz de yerinize buyurunuz” dedi.2
Sevgi tezahürleri arasında Resûl-i Ekrem Efendimiz de kalkıp Ebû Eyyûb el Ensarî Hazretlerinin hânesine gitti. Böylece Kâinatın Efendisini ağırlama eşsiz şerefi bu aziz Sahabîye nasib oluyordu.
Fahr-i Âlem Efendimizin, Medine’ye teşrifiyle vatanlarından ayrı düşüp de gönülleri mahzun olan Muhacirlere taze kan geldi. Ensarın yüzü ve gönlü sürûra gark oldu. Medine ise sevinçten çalkalandı ve âdeta bir bayram havasına büründü. Ashab-ı Kiramdan Bera bin Azib, o müstesna gündeki sevinç ve heyecanı şu cümlelerle anlatır:
“Resûlullah (a.s.m.) Medine’ye gelince, Medinelilerin onun gelişine sevindikleri kadar, hiç bir şeye öylesine sevindiklerini görmedim. Kadınların, çocukların, ‘İşte Resûlullah geldi. İşte Muhammed (a.s.m.) geldi’ diyerek sevinçten coştuklarını müşâhede ettim.”3
O zaman henüz bir çocuk olan Ensardan Enes bin Mâlik ise şu sözlerle o günün azamet ve parlaklığını nazara vermek ister:
“Ben, Resûlullahın (a.s.m.), Medine’ye girdiği günden daha güzel, parlak ve daha azametli hiç bir gün görmedim.”1
Mihmandar-ı Fahr-i Âlem Hz. Eyyûb el-Ensarî Hazretleri der ki:
“Resûlullah, evime şeref verdiği zaman, alt kata inmişti. Ben ve zevcem Ümmü Eyyûb ise yukarı katta bulunuyorduk. ‘Anam, babam, sana fedâ olsun, yâ Resûlallah! Ben, benim yukarıda olmamı, senin ise alt katta bulunmanı hoş görmüyorum. Bu durum bana çok ağır geliyor. Sen yukarı çık, orada bulun! Biz de aşağı inelim, orada oturalım’ dedim.
“Resûlullah, ‘Yâ Ebâ Eyyûb! Evin alt katında bulunmamız, bize daha uygun ve münasibdir’ dedi ve alt katta oturdu. Biz de meskende onun üstünde bulunuyorduk.
“O sırada içinde su bulunan testimiz kırıldı. Resûlullahın üzerine damlayıp, onu rahatsız etmesinden korkarak zevcemle tek örtüneceğimiz kadife yorganımızı hemen suyun üzerine bastırdık.”2
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, fazla ziyaretçi geleceği ve onlarla rahat görüşüp konuşabilme düşüncesiyle alt katta kalmayı münasib görmüştü. Ancak, büyük îmân sahibi Hz. Ebû Eyyûb ve zevcesinin gönlü bir türlü rahat etmiyordu. “Fahr-i Âlem alt katta, bizler üst katta, bu nasıl olur?” diye düşünüyor ve bundan son derece sıkılıyorlardı.
Hz. Ebû Eyyûb, bir gece uyandı ve bu duygunun tesiriyle bir türlü uyuyamadı. Ufak tefek eşyalarını evin bir başka tarafına taşıdılar ve orada uykusuz sabahladılar.
Sabah olunca, Hz. Ebû Eyyûb, olanları Efendimize anlattı. Peygamber Efendimiz yine, “Aşağısı bana daha uygundur” dedi.
Fakat, büyük Sahabî buna daha fazla tahammül edemedi ve “Yâ Nebiyyallah! Ben yukarıda, siz aşağıda olmaz” dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz üst kata, Ebû Eyyûb ve zevcesi Ümmü Eyyûb ise alt kata taşındılar.1
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Ebû Eyyûb el-Ensarî Hazretlerinin mütevazi evinde tam yedi ay ikâmet buyurdu. Bu zaman zarfında Medineli Müslümanlar, bu eve yemekler taşımada ve Efendimizin ihtiyaçlarını yerine getirmede birbirleriyle âdeta yarışırlardı.
Hz. Ebû Eyyûb el-Ensarî’nin evine yerleşen Fâhr-i Âlem Efendimize, Medineli Müslümanlar her gün muntazaman yemek getirirlerdi. Hz. Ebû Eyyûb ve ailesi ise devamlı akşam yemeklerini hazırlarlardı. Hazırladıkları yemeklerden geri kalanını ise teberrüken yerlerdi.
Yine bir gece soğanlı ve sarımsaklı bir yemek yapıp göndermişlerdi. Resûlullah yemeği geri çevirdi.
Ebû Eyyûb (r.a.), yemekte Resûlullahın parmaklarının izini görmeyince feryâd ederek yanına gitti, “Yâ Resûlallah! Anam, babam sana fedâ olsun. Sen akşam yemeğini niçin geri çevirdin?” dedi.
Resûlullah, “O sebzede bir koku hissettim. Ondan yemedim. Ben arkadaşım Cebrâil’i rahatsız etmek istemem” buyurdu ve ilâve etti:
“İnsanı rahatsız eden şeyden, melekler de rahatsız olurlar.”
Bunun üzerine Ebû Eyyûb, “Yâ Resûlallah! Yoksa o yemek haram mıdır?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Hayır! Fakat, ben kokusundan dolayı ondan hoşlanmadım”2 buyurdu.
Ebû Eyyûb Hazretleri de, “Senin hoşlanmadığın şeyden ben de hoşlanmam” dedi.1
Mu’cizeli bir yemek ziyafeti
Resûl-i Kibriyâ Efendimizin, Hz. Ebû Eyyûb el-Ensarî’nin evinde kaldığı sıradaydı. Hz. Ebû Eyyûb, Nebiyy-i Muhterem Efendimizle Hz. Ebû Bekir-i Sıddıka kâfi gelecek iki kişilik yemek yapıp getirmişti.
Peygamber Efendimiz ona, “Git, Ensârın eşrafından bana otuz kişi çağır!” diye emretti.
Hz. Ebû Eyyûb emri yerine getirdi. Otuz kişi gelip yediler.
Sonra yine fermân etti: “Altmış kişi daha çağır!”
Hz. Ebû Eyyûb altmış kişi daha davet etti. Onlar da gelip yediler. Efendimiz sonra tekrar, “Yetmiş kişi daha çağır!” diye ferman etti.
Hz. Ebû Eyyûb bu emri de yerine getirdi. Yetmiş kişi daha gelip yediler.
Hz. Ebû Eyyûb der ki:
“Kaplarda yemek daha kaldı. Bütün gelenler o mu’cize karşısında İslâmiyete girip bîat ettiler. O iki kişi için yaptığım yemeğimden yüz seksen adam yediler.”2
Bu, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin mu’cizeli bir yemek ziyâfeti idi. Berekete dâir olan bu mu’cizeler gösteriyor ki, “Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselâm umuma rızk veren ve rızıkları halkeden bir Zât-ı Rahîm ve Kerîm’in sevgili me’murudur; pek hürmetli bir abdidir ki, rızkın envâında, hilâf-ı âdet olarak, ona hiçten ve sırf gaybdan ziyâfetler gönderiyor.”3
Hicrî tarih
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Medine’ye hicret ettiklerinde Müslümanların kullandıkları kendilerine mahsus bir tarihleri yoktu. Bunun üzerine Efendimizin hicretini başlangıç kabul ederek, “Resûlullahın gelişinden bir ay, iki ay sonra” diye Hicrî tarih kullanmaya başladılar.
Hz. Resûl-i Ekremin dâr-ı bekâya irtihâline kadar da bu suretle kullanıldı. Fakat, sonra kesildi, kullanılmadı. Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti zamanı ile Hz. Ömer’in hilâfetinin dört senesi böyle geçti. Sonra resmî muâmeleler ve medenî münasebetlerin vakitlerini belli etmeye ve tâyinine ciddi gerek duyuldu.
Bunun üzerine Hz. Ömer, Ashabı topladı. Onlarla istişâre etti. Sa’d bin Ebî Vakkas Hazretleri Peygamberimizin vefâtı zamanının esas alınmasını, Talha bin Ubeydullah Hazretleri Efendimizin Peygamber olarak gönderiliş tarihini, Hz. Ali Resûl-i Kibriya’nın Medine’ye hicretlerini, başkaları ise Efendimizin doğum gününü tarihe başlangıç olarak kabul edilmesini teklif ettiler.
Hicretin on yedi veya on altıncı yılında toplanan bu şurânın müzâkereleri neticesinde Hz. Ali’nin teklifi üzerine ittifak edildi. Ancak hangi ayın başlangıç olarak kabul edileceği hususunda bir mutabakata varılmadı. Abdurrahman bin Avf Hazretleri, “Haram Ayların” ilki olduğu için Receb’i, Talha bin Ubeydullah Müslümanların mübârek ayıdır diye Razaman’ı, Hz. Ali (r.a.) ise sene başıdır diye Muharrem’i başlangıç olarak teklif etti. Bu hususta da yine Hz. Ali’nin teklifi kabul edildi.
Böylece Kamer senesi esas ve Hicret tarihi başlangıç kabul edilerek Müslümanlar kendilerine mahsus bir takvim tanzim etmiş oldular.1
* * *
Mekke Devrinin Bir Hulâsası
Resûl-i Ekrem Efendimizin Medine’ye hicretleriyle on üç senelik Mekke devri geride kalmış oluyordu. İslâm tebliğ tarihinde mühim bir yer işgal eden bu devreyi burada tekrar özetlemek, hususan Peygamber Efendimizin bu devredeki tebligatını bir kere daha nazara vermekte bir çok faydalar vardır.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Miladi 610 yılında Cenâb-ı Hak tarafından peygamber olarak vazifelendirildiği zaman o günün Arap cemiyeti bütün dünya ile birlikte tarihinin en karanlık ve vahşetli devrini yaşıyordu. İçinde bulunduğu cemiyeti ve bütün insanlığı bu zulmet ve vahşetten kurtarma vazifesi ise Efendimizin omuzuna tevdi ediliyordu.
Onu peygamber olarak gönderen Cenâb-ı Hak, aynı zamanda İslâmı neşretme ve yaşayıp yaşatma vazifesinde nasıl hareket etmesi gerektiğini de bildiriyordu. Peygamber Efendimiz de bu emirlere göre hareket tarzını tayin ve tesbit ediyordu.
Hayata her yönüyle yep yeni bir düzen ve şekil vermeye müteveccih bir tebligâtın pek kolay olmayacağı muhakkaktı. Hele o zamanın vahşi âdetlerine son derece mutaassıp ve inatçı Arap cemiyeti içinde bu işin daha da güç olacağında şüphe yoktu.
İçinde yaşadığı cemiyetin hususiyetlerini, mizaç ve fikirlerini çok iyi bilen Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu sebeple peygamberlikle vazifelendirilir vazifelendirilmez ortaya atılıp açıktan dâvete girişmedi. Peygamberliğini ve İslâm dinini açıktan ilân etmedi. Bunun yapılabilmesi için zamana ihtiyaç olduğu kadar, lehte de bazı şartların doğması gerekiyordu.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz îmân ve İslâma dâvete ilk önce en yakınlarından başladı. İlk defa zevcesi Hz. Hatice-i Kübrâya anlattı. Hz. Hatice onun peygamberliğini tasdik ederek derhal Müslüman oldu. Daha sonra yine en yakını olan ve dört beş yaşlarından beri yanında ve terbiyesinde bulunan Hz. Ali’yi İslâma dâvet etti. O da İslâmla müşerref oldu. Bundan sonra âilesi dışında en çok güvendiği Hz. Ebû Bekir geliyordu. Hz. Ebû Bekir vasıtasıyla da birçok kimse İslâma girdi.
Gizli dâvet devresinde Peygamber Efendimiz bizzat son derece tedbirli ve ihtiyatlı davrandığı gibi, ilk Müslümanlara da aynı tedbir ve ihtiyatı göstermelerini ısrarla tavsiye ediyordu. Ebû Zerr-i Gıfârî Müslüman olduğu zaman ona tavsiyesi şu olmuştu: “Yâ Ebâ Zerr, sen şimdi bu işi gizli tut ve memleketine dön, git! İşi açığa vurduğumuzu haber aldığın zaman gel.”1
Efendimizin bu tavsiyesindeki hikmet ve sebebi, îmânından gelen coşkunlukla bir anda düşünemeyen Ebû Zerr, henüz zamanı değilken, Mescid-i Harama gidip açıktan açığa Müslümanlığını ilân ederken, müşriklerin öldürücü darbelerinden ancak Hz. Abbas’ın yardımıyla kurtulabilmişti.2
Hz. Resûlullah, tam 3 sene böyle gizlice tebligâtına devam etti. Bu zaman zarfında İslâm safında yer alanların sayısı ancak 30 kadardı.
Bu devre, “Önce en yakın akrabalarını azaptan sakındır”3 meâlindeki âyet-i kerimenin nazil olmasıyla sona erdi. Bundan sonra Efendimiz, emr-i İlâhi gereğince en yakın akrabalarını İslâm ve îmâna dâvet etmeye başladı. Önce, Abdülmuttaliboğullarını bir araya toplayıp onlara davasını anlattı.
Bundan sonra tebliğ dâiresini biraz daha genişletti ve ilk defa Safâ Tepesinden Mekkelilere seslendi. Onları Allah’ın birliğine îmâna ve peygamberliğini tasdike dâvet etti. Bu dâvete icabet edenler çıkmadığı gibi, üstelik Ebû Leheb işi daha da ileriye götürerek Efendimize hakarete yeltendi. Fakat Peygamber Efendimiz îmân ve İslâmı anlatmaktan, insanları Allah’ın birliğine îmâna ve risâletini tasdike, ara vermeden bütün gayretiyle devam etti.
Cenâb-ı Hak indirdiği âyet-i kerimelerle, İslâmı neşretme ve yaşayıp yaşatma vazifesinde Peygamberimizin hareket tarzını da tesbit ediyordu.
Mekke’de nazil olan âyetlerin özellikle iki ana hedefi vardı: (1) Allah’ın varlık ve birliğine, (2) Ba’se, yâni öldükten sonra tekrar dirilmeye îmânı, akıl, kalb ve ruhlara nakşetmek.
Peygamber Efendimiz de, mesâisini bu iki ana hedef üzerine teksif etmişti. İnsanları Allah’ın varlık ve birliğine îmâna dâvet ediyor, onlara öldükten sonra tekrar dirileceklerini ve kabirden sonra yeni bir hayatın başlayacağını haber veriyordu.
Bunlardan başka da Peygamberimizin karşı karşıya bulunduğu ve halletmesi gereken meseleler vardı. Fakat, en önemlisi bunlardı. Bunlar halledilmedikçe halkın zihninde, kalb ve ruhunda bu iki muâzzam mesele tesbit edilmedikçe diğer içtimâi meselelerin halli de mümkün değildi. Nitekim o, bilâhere bu meseleri teker teker halletmek yolunu tuttu ve bunda muvaffak da oldu.
Peygamberimiz herşeyden önce, Allah’tan aldığı emir gereği bütün enerjisini, cemiyetin noksan bulunan temel anlayışı te’sis etmeye, bütün insanlığı Allah’a îmâna ve ona mutlak itâate hasretti. Çünkü, şirk inancını kafalardan sökmedikçe hak ve hakikatı kalblere yerleştirmek mümkün değildi. Bu temelde bozukluk olunca hiç bir İslâm davası muvaffak olamazdı.
Bunun içindir ki, Hz. Resûl-i Ekrem, insanlığın en asil hissiyatına ve ahlâk duygusuna hitap ederek, bu kâinatın yegane Hâlık ve Mâlikinin Allah olduğunu telkin ile işe başladı. Onun iradesinden başka itaat edilecek, önünde baş eğilecek hiç bir kuvvet ve kudret bulunmadığını ortaya koydu. Bunu tebliğ ederken de dâvasından tâviz vererek hemen bir muhit hazırlamak veyahut hâkim bir kuvvete dayanmak gibi bir şeye lüzum hissetmedi. Doğrudan doğruya insanlığa “Tevhid” inancını sundu. “Lâ ilâhe illallah deyiniz, kurtulunuz” diye insanlığa hitap etti.
Resûl-i Ekrem Efendimizin bu dâveti haliyle cemiyete hâkim durumda bulunan kuvvetli, zengin ve nüfûzlu kimselerin işine gelmedi. Dünyanın zâhiren tatlı, fakat mânen zehirli bir bal hükmünde olan gayr-ı meşru lezzetlerinden vazgeçmek istemiyorlardı. Açıkçası, menfaatlarının devamını, eski yaşayışlarının idâmesinde görüyorlardı. Bu sebeple Peygamber Efendimize (a.s.m.) muhalefete başladılar.
Önceleri, Peygamber Efendimizi cemiyetten tecrid etmek, kendi başına bırakmak, anlattıklarını ciddiye almamak ve onunla istihza etmek yoluna gittiler. Ne var ki, onun telkin ettiği muazzam hakikatların etrafındaki mü’minler halkası günden güne genişliyordu. Bunu görünce telaşlandılar. Bu sefer taktik değiştirdiler. Aleyhte propagandaya başladılar. Türlü türlü iftirâ ve isnadlara kalkıştılar. Resûl-i Ekrem Efendimize “sâhir, kâhin, şâir” dediler. Fakat bunların hiç birisi tutmadı. Bu iftira ve isnadlarına rağmen hak ve hakikata inanmışların saflarının sıklaştığını gördüler.
Bu sefer açık ve tecavüzkâr hareketlere teşebbüs ettiler. Peygamber Efendimizle Müslümanları Kâbe’de namaz kılmaktan menediyorlar, üzerlerine mundar şeyler atıyor, namaz kılacakları, oturacakları yerlere ve gidip geldikleri yollara dikenler saçıyorlardı. Zâif, fakir ve kimsesiz Müslümanları zulüm, işkence altında inletiyorlardı. Bazıları bu işkenceler altında can vererek yüce şehâdet mertebesine ulaşıyordu.
Bu duruma tahammül etmek oldukça zordu. Üstelik Müslümanlar sayıca az, kuvvetçe zayıf bulunuyorlardı. Bu sebeple yapılan eziyet ve hakaretlere karşı koyma durumuna da giremiyorlardı. Böyle bir durum, yok olmalarını netice verebilirdi.
Bütün bu zorluklara ve her türlü aleyhteki şartlara rağmen Hz. Resûlullah, durmadan dinlenmeden İslâm dinini tebliğ ediyordu. Sâir Müslümanlar gibi o da müşriklerin eziyet, işkence ve hakaretlerine maruz kalıyordu. Fakat buna rağmen Allah’tan aldığı emir gereği sabrediyor ve dâvasını tebliğden asla vazgeçmiyordu.
Cenâb-ı Hak, işkence, eziyet ve hakaretlerin her türlüsüne maruz kalan Müslümanlara, gönderdiği âyet-i kerimelerle devamlı sabrı tavsiye ediyordu. “Sabret; Allah’ın vaadi haktır. Gerçekten îmân etmiş olmayanlar sakın sana sabırsızlık ve gevşeklik vermesin.”1
Bir başka âyet-i kerimede Efendimize şöyle hitap ediliyordu:
“Sen güzel bir sabırla sabret”2
Bütün bu emirler gereği Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Mekke devrinde kendisine yapılan haksız muâmelelere aynıyla cevap vermediği, mukabele-i bilmisilde bulunmadığı gibi, mü’minlere de uğradıkları eziyetlerden dolayı fevri hareket etmemelerini ve herhangi bir maddi mukabeleye girişmemelerini emir ve tavsiye ediyordu.
Bunun en açık bir misali Yâsir âilesine yaptığı tavsiyedir.
Bir gün, Yâsir âilesine toptan işkence ediliyordu. O sırada Peygamber Efendimiz onları görünce, “Sabredin, ey Yâsir âilesi! Sizin mükafâtınız Cennettir”3 buyurmuştu.
Yine bir gün uğradığı eziyet ve işkencelerden âdetâ bunalan Habbab bin Eret (r.a.) kendisine şikâyette bulunduğunda Peygamber Efendimiz şu cevabı vermişti:
“Sizden önce yaşayanlar arasında öyleleri vardı ki, bazılarının vücutları kemiklerine kadar demir taraklarla tarandığı, bazılarının gövdeleri başlarının ortasından testerelerle ikiye bölündüğü halde, bu yapılanlara yine de sabrettiler, îmânlarından vazgeçmediler. Allah, muhakkak İslâmiyeti tamamlayacak ve üstün kılacaktır. Öyle ki, hayvanına binip San’a’dan Hadremut’a kadar tek başına giden bir kimse Allah’tan başkasından korkmayacak, koyunları hakkında da, kurt saldırmasından başka hiç bir korku duymayacaktır. Fakat, siz acele ediyorsunuz.”1
Yine İkinci Akabe Bîatı sırasında Medineli Müslümanlardan biri, “Yâ Resûlallah! İstersen, yarın sabah kılıcımızı sıyırır Mina’da bulunan halkın üzerine yürürüz” dediği zaman Peygamber Efendimiz, “Hayır. Bize henüz bu şekilde hareket etmemiz emrolunmadı” cevabını vermişti.
Görülüyor ki, Peygamber Efendimiz ve Müslümanların Mekke devrinde en büyük silahları her şeye rağmen “sabır”dı.
Nitekim bu sabrın müsbet neticeleri kısa zamanda görüldü. İşkenceye uğrayan Müslümanlar lehinde müsbet bir hava uyandı. Bu havanın tesiriyle, Müslümanlar safında yer alanlar bile oldu. Hz. Hamza, böyle bir durum sonunda İslâmla şereflenmişti.
Hz. Hamza, birgün Ebû Cehil ve birkaç müşrikin Peygamberimize hakaret ettiğini duymuştu. Son derece hiddete gelmiş ve doğruca Kâbe’nin yanında bir topluluk içinde oturan Ebû Cehil’in yanına vararak yayını kaldırıp şiddetle başına çalmış, başını yarmış ve “Sen misin ona sövüp sayan? İşte ben de onun dinindeyim. Onun söylediklerini söylüyorum. Kendine güveniyorsan, ona yaptıklarını bana da yap göreyim” demişti. Sonra Peygamberimizin yanına varmış ve Müslüman olmuştu.2
Müşrikler bir ara Müslümanlar üzerindeki baskı ve işkencelerini öylesine arttırdılar ki, Peygamber Efendimiz Mekke’nin münasip bir yerinde ibadetlerini rahatça yapabilecek ve İslâmiyeti serbestçe yayabilecek bir yer bulmak zorunda kaldı. Bunun için Erkam bin Ebi’l-Erkâm‘ın evini merkez yaparak hizmetine burada devam etti. Burada bir çok kimse Müslüman oldu.
Peygamber Efendimizin herşeye rağmen dâvasını anlatmaktan vazgeçmediğini gören müşrik ileri gelenleri bu sefer amcası Ebû Tâlib vasıtasıyla işi halletme yoluna gitmek istediler. Ona başvurarak, “Yâ Ebâ Tâlib! Kardeşinin oğlunu ya bu dâvasından vazgeçir; bizim ilâhlarımızı kötülemesin. Ya da onunla aramızdan çekil” dediler.
Ebû Tâlib durumu anlatınca Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ona şu cevabı verdi:
“Amca! Vallahi, bu işi bırakmak için güneşi sağ elime ayı da sol elime koyacak olsalar, ben yine onu bırakmam. Ya Allah Taâla, onu bütün cihana yayar, vazifem biter; ya da bu yolda ölür, giderim.”1
Müşrikler artık Resûl-i Kibriyâ Efendimizi tehditlerle, baskı ve zorla dâvasından vazgeçiremeyeceklerini kesinlikle anlamışlardı.
Yine takdik değiştirdiler. Efendimize mal, mülk, servet, makam ve reislik teklif ettiler. Fakat Resûlullahın bunların hiç birine iltifat etmediğini ve aynı hızla İslâmiyeti anlatmaya devam ettiğini gördüler.
Resûl-i Ekrem ve Müslümanların, başından beri müşriklerin eziyet, hakaret, işkence ve su-i kastlarına sabır ile mukabele ettiklerini belirtmiştik. Ne var ki, sabrın da bir hududu vardı. Müslümanlara revâ görülen eziyet ve işkenceler de artık sabır hududunu aşma raddesine gelmişti. Bu sebeple Resûl-i Ekrem Efendimiz, Habeşistan’a hicret etmelerini tavsiye buyurdu: “Habeşistan’a gidin. Zira orada çok âdil bir hükümdar var. Onun yanında kimseye zulmedilmez, orası adâlet ve doğruluk diyarıdır. Allah bu durumdan bir çıkış yolu yaratıncaya kadar orada kalın!”2
Bunun üzerine dinlerini yaşamak ve neşredebilmek gayesiyle Müslümanlar iki kafile halinde Habeşistan’a hicret ettiler.
Her zaman olduğu gibi, bu safhada da Peygamber Efendimiz, kemiyetten ziyade keyfiyete, tabiri câizse vasıflı ve nüfuzlu kimseler kazanmaya daha çok ehemmiyet veriyordu: “Allah’ım! Bu dini Ömer ibn-i Hattab veya Amr bin Hişam (Ebû Cehil) ile kuvvetlendir” duâları bunun açık bir misalidir.
İçinde bulundukları cemiyetin ileri gelenlerinden olan Ömer bin Hattab da, Ebû Cehil de İslâmiyetin en şiddetli düşmanı, Peygamber Efendimizin en ateşli muarızı idiler. Bu ikisinden birinin Müslüman olması demek, İslâm dâvası önündeki engellerin büyük ölçüde ortadan kalkması demekti. Nitekim, bu duâdan kısa zaman sonra Hz. Ömer Müslümanlar safında yer alınca İslâmiyetin ilân ve kuvvet bulmasına vesile oldu. Müşrikler, Müslümanlar üzerindeki baskı ve işkencelerini bir derece gevşetme mecburiyetinde kaldılar. Müslümanlar da artık, kenarda köşede saklanmaya, ibadetlerini korku içinde gizli gizli yapmaya lüzum hissetmemeye başladılar.
Aradan bir müddet geçtikten sonra Efendimizi himayesinde bulunduran amcası Ebû Tâlib’in vefatını müşrikler fırsat bildiler. Tecâvüzlerini kat kat arttırdılar. Hz. Resûlullahın durumu aleyhinde artan bu gayretler neticesinde son derece müşkil bir hal almıştı. Evinden nadiren çıkar olmuştu. Bu vaziyet karşısında dini neşretmek için Mekke’den daha emin bir yer temin etmek maksadıyla Taif’e gitti. Ne var ki, buradaki bütün temaslarına rağmen istediği zemini bulamadı. Dâvetine icabet etmeyen Tâifliler üstelik onu taşladılar, kan revan içinde bıraktılar. Buna rağmen âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz onlara bedduâ etmedi ve “Rabbimden istediğim müşriklerin sulbünden bu dine hizmet edecek kimseler halketmesidir” diye niyazda bulundu.
Peygamber Efendimizin Mekke’de, İslâmın ilk senelerinde göze çarpan mühim diğer hareketi, her yıl hac mevsiminde Mekke’ye gelen kabileler ile gizlice görüşerek, onlara Kur’an okuması ve İslâm dininin esaslarını telkin etmesi idi. Kabileler arasında dolaşması esnasında da Kureyşli müşrikler yine peşini bırakmayarak türlü türlü iftira ve isnadlarla halkı onu dinlemekten vazgeçirmeye çalışıyorlardı.
Fakat, onların bütün bu gayretleri boşa çıktı. Resûlullahın gönüllerin fethi ile büyüyen dâvası gittikçe yayılıp Mekke’nin dışına taştı ve Medine ufuklarında parlamaya başladı.
Hicret ile de Müslümanlar için yep yeni bir devir başlamış oldu